Sevmeli herkesi, hasta gönülleri iyileştirmeli… Boş sevgi cümleleri ile değil, sevgiyi yaratanı ekleyerek her bir söze, öyle kalplere girmeli…

“Son” ’Un Tarifi

Sevmekle başladıysa her şey, öyle bitmeli…

Bir kapı aralamaktır veda çıkıp giderken… Ve bir tesellî düşer kalbin en güzel yerine… Bir başka boyutta yazılıdır sevginin adı…

Yüreğe gelen her rüzgarın bir sesi vardır, sabrı tavsiye eden… Duymak gerekir bu sesleri taa derinlerden… Bir tebessümdür yeni olan her şey… Ve alışmaktır yüreğe serpilen her bir gözyaşına… Ve eskiye özlem, adına yeni denen her kapıyı aralamaktır aslında… Yüreğe kazılan her hâtıra için sevmektir, herkesi ve her şeyi… Eskinin hatırına yaşamaktır geleceği…

Ve anlatmaktır kâinata atılan asil imzanın sahibini… Yürekte çarpan ismini… Eskimeyen sevgisini… Yeni olan her şeyin ve mâzîdeki her nefesin sahibini… Sana, kapıları açan merhametini… Bir vasiyetse bu bırakmaktır elinin uzandığı herkese… Anlatmalıdır herkes O’nu… Kalbindeki yeri kadar, sevgisi cümle olup uçmalıdır gönüllere… Ve hissetmelidir yaratılış sebebini… Ve ayrılığın yükü hafiflemelidir gönlündeki…

Sevmekle başladıysa her şey, öyle bitmeli…

Kollarını açıp yollarda beklemeli… Sevmeli herkesi, hasta gönülleri iyileştirmeli… Boş sevgi cümleleri ile değil, sevgiyi yaratanı ekleyerek her bir söze, öyle kalplere girmeli…

Hoş görmeli dostları… Kırgınlıklar için vakit yokken, yarınlara gülümseyerek O’nun rızası ile başlamalı… Yürekten bir “Allah!” deyip şeytanları ağlatmalı… Ve bir umut olmak ruhunu acıtmış herkes için… Sabrı yoldaş edinmek… Reçetesi belli olan kalplerin eline ilaçlarını vermek…

Bir bahardır bu… Sevginin vakti gelmiştir… Açar her bir gönülde!.. Sabır ile sulanır ve filiz verir her bir nefesle… Anlattıkça yüce yaratıcıyı daha çok büyür içinde… Hatıralarda artık üzmez kendini… Bir tesellisi vardır adına gelecek denen… Ayrılık artık şenlenir.

Ruhların vedâsı etkilememeli insanlığa olan sevgimizi… Bunca vedâyı boş yere harcamamalı… Beyazlar giydirmeli ayrılıklara ve gönlümüze gömmeli… Gelecekteki her bir nefes uğruna gönüllere Hakk’ın rızası ile girmeli… Sevmeli, sevdirmeli…

Veda eden ruhun özlemi ile geçen hüzünlü bir gelecekte, zamanın kovaladığı nefesleri tüketmemeli… Adına son denen her şey sevgi ile can vermeli…

Sevmekle başladıysa her şey, öyle bitmeli…
“Derman meclisi”ne ithâfen…      
 
Fatma ALADAĞ 

“Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir’ (Âl-i İmran, 173)…

ALLAH TEVEKKÜL EDENLERİ SEVER
 

Bir zaman iki adam, hem bellerine hem başlarına aldıkları yüklerle, bir gemiye binmişler. Onlardan birisi gemiye bindiği gibi yüklerini gemiye bırakmış. Diğeri akılsız olduğu için, yüklerini gemiye bırakmayıp kendisi taşımaya devam etmiş…

Bu öyküyü ve devamını Bediüzzaman Hazretleri, “Yirmiüçüncü Söz” isimli eserinde tevekkül kavramını açıkladığı bahiste anlatır. Tevekkül eden ve etmeyenlere örnek olarak bu örneği verir. Hayat biletiyle şu dünya gemisine binen, belinde ve başında korkuları ve ihtiyaçlarıyla sarıp sarmaladığı yükleriyle insan. Aslında elinde dilemekten başka hiçbir gücü olmayan, kendi bedeni dahil hiçbir yaratılmışa gücü yetmeyen aciz insan. Bu hayat yükünü, endişelerini, arzularını ne yapacak? Ben ben diye diye bu yüklerin altında mı ezilecek; yoksa tevekkül edip, üzerine düşenleri en iyi şekilde yapıp, gerisini Rabbinin kudretine emanet edip, rahatla yolculuğunu mu tamamlayacak?..

Tevekkül kelimesi de çoğumuzun duyduğu ancak pek bilmediğimiz kelimelerden. Bu kelimenin sözlük anlamı, kendi işini gördürmek üzere birini tayin etmek; birine güvenip dayanmak demektir. Aynı kökten gelen ‘vekil’ ise, kişinin, kendi işini gördürmek üzere tayin ettiği, güvenip dayandığı kimse demektir.

Bir de dinimizin bu kelimeye yüklediği özel anlam vardır. Bir kavram olarak ‘tevekkül’ün tarifi şöyle yapılıyor:

İnsanın, bir iş konusunda, kendine düşen bütün görevleri yaptıktan, bütün çalışmaları yerine getirdikten ve bütün tedbirleri aldıktan sonra, işin sonucunu Allah’tan istemek, yaratılan neticeyi Allah’tan bilmek ve Allah’a minnettar olmaktır.

Zaten müminin imanı da bunu gerektirir. Allah’ın güzel isimlerinden biri olan ‘el-Vekil’; yarattığı her şey üzerinde gözetici ve ‘Hafîz’ (koruyucu) olan, hepsinin idaresinin ve rızkının kendisine ait olduğu, onlardan zararları giderici, faydalı olanları onlara verici anlamına gelir.

O, her şeyi yaratan olduğu gibi, tek başına yönetendir de. Yarattıklarını gözetir, onların rızıklarını yaratır. Hiç bir şeyin bilgisi kendine gizli değildir; her şeyi korur, sevk ve idare eder.

Müslümanların, “Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir’ (Âl-i İmran, 173) demeleri; ben yaşamak için sayısız ihtiyaçları olan bir fakirim ve fakat bunları yaratacak gücü de olmayan bir acizim. Ancak benim Rabbim, sonsuz kudreti ve rahmetiyle bana yeter, beni yoktan yaratırken, her an, her türlü ihtiyaçlarımı yaratıp bana ulaştırırken yettiği gibi, şu hayatın her meselesi için de bana yeter. Gözümü açmama görmeyi yaratmakla cevap verdiği gibi, çalışarak yaptığım fiilî duama da sonucu yaratarak cevap verir. Ben Allah’a güvenirim, O’na dayanırım, O’na minnettar olurum demektir.

Bizler iman ederiz ve biliriz ki, her şey, Yüce Allah’ın takdiri ve yaratması ile meydana gelir. Onun için dinimiz, alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra, insanlara veya sebeplere değil, sadece Allah’a dayanma anlamındaki bir tevekkülü kabul eder. Tevekkül, her şeyi yerli yerine koymaktır; kulu kul, yaratanı yaratıcı bilmektir. Kalben, sebeplere, yaratılmışlara değil, Allah’a yönelmektir. Bir âyette Rabbimiz şöyle buyurur:

“Müslümanlar sadece Allah’a dayanıp güvensinler.” (Âl-i İmrân, 122) Allah’tan başka şeylere dayanıp güvenmek, sonuçları onlardan bilmek, tevekküle zıt olduğu gibi, imana da zıttır. Allah’a ait sıfatları, o şeylere de vermek demektir ki bu bir şirktir; o şeyleri Allah’a ortak yerine saymaktır. Bediüzzaman Hazretleri, iman ve tevekkül arasındaki bağı şu ifadeleriyle net olarak ortaya koyar:

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (dünya ve ahiret mutluluğunu) iktiza eder (gerektirir).” Yani sağlam bir iman, insanı tevekküle götürür, bu da dünya ve ahiret kurtuluşuna.

Tevekkül kelimesinin, kırktan fazla âyette geçmesi onun önemini de göstermektedir.

“Bir de, daima diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah’a tevekkül et.” (Furkan, 58)

“Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter.” (Talak, 31)

“Müminler, ancak o kimselerdir ki, Allah anılınca kalpleri ürperir, onlara Allah’ın âyetleri okunduğunda o âyetler onların imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal, 2)

“Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerinde vekildir.” (Zümer, 62)

“Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisa, 132. Ayrıca bkz. Nisa, 81, 171; İsra, 65; Ahzab, 3, 48)

“..Bir kere azmettin mi (kesin karar verdin mi), Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran, 159)

Yukarıdaki âyet, belli bir konuda yapılması gerekenleri yaptıktan sonra tevekkülün gereğine işaret ediyor. Âyette geçen, ‘Bir kere azmettin mi’ ifadesi, gerekli kararlılığı ve yapılması gerekli çalışmaları öne alıyor.

Peygamber Efendimiz de söz ve fiil olarak bize tevekkülü ders vermiştir:

Hz. Peygamberimiz, devesini saldıktan sonra, Allah’a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedeviye “Onu bağla da öyle tevekkül et” buyurmuştur. (Tirmizî)

Peygamberimiz (sav) yine buyurmuştur ki:

“Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkıp, akşama tok dönerdiniz.” (Tirmizî)

Yani, kuşlar gibi çaba sarf edenler, bu gayretlerinin sonuçlarını en güzel şekilde görürler. İslâm, müminlere, ilim öğrenmelerini, emirlere uymalarını, rızıklarını aramalarını, Allah yolunda çalışma yapmalarını, düşmana karşı uyanık olmalarını, din ve dünya işlerinde ehline danışmalarını, işleri kolaylaştıracak metotları bulmalarını, adalet üzere olmalarını, haksızlıktan kaçınmalarını ve bunlara benzer bir çok şeyi yapmalarını emrediyor. Bunlar ise çalışmakla olur.

Bir de hak din ve bâtıl din olduğu gibi, tevekkülün de hak ve bâtıl olanı vardır. Tevekkül, hiç bir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terk edip, “nasıl olsa Allah’ın dediği olur” diyerek kenara çekilmek değildir. Bazı kimseler, insan olarak üzerlerine düşeni yapmazlar, gerekli çabayı göstermezler, emek sarf etmezler, sonra da işlerini güya Allah’a havale ederler. Oturdukları yerden, tayin ettikleri ‘vekilin’ bütün işlerini görmesini beklerler. İslâm’da böyle bir bâtıl tevekkül inancı yoktur.

Gerçek tevekkül sahibi, çalışmadan kazanamayacağını, ekmeden biçilemeyeceğini, amelsiz Cennet’e girilemeyeceğini, ihlasla ibadet ve taatta bulunmadan Allah’ın rızasına erilemeyeceğini bilir.

Hz. Ömer, Medine’de boşta gezen bir gruba: “Siz necisiniz?” diye sordu. Onlar da: “Biz mütevekkilleriz,” dediler. Bunun üzerine büyük halife: “Hayır, siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici)lersiniz, siz yalancısınız. Tohumumu ekip sonra tevekkül edene mütevekkil denir” dedi. Çalışmakla tevekkül olur; çalışmadan tembellik olur.

Müslümanın tevekkülünde, boş bir beklenti değil, imanını ifade söz konusudur. Çünkü Allah, insana, istediği bir şeye çalışması için gereken imkânları vermiştir. İnsan kendisine verilenleri kullanır, istediği şey için çalışır; ama bilir ki, her şeyi yaratan Allah, çalışmasının sonucunu da yaratacaktır. İnsanın, ne kendi kuvvetiyle, ne kendi aklıyla, ne de kendi imkânlarıyla sonucu yaratmaya hiçbir gücü yoktur.

Bir Müslüman, “Allah’tan başka yaratıcı yoktur” der, çalışarak ulaştığı noktada da kendi gücünü, kendi iktidarını yaratıcı olarak görmez. Karun gibi “bunu ben kendi ilmimle, gücümle kazandım” demez. Ben, Allah’ın bana verdiği ilim, kuvvet vs. ile çalıştım, Allah da sonuçta bunu bana verdi der. İşte bu da tevekküldür.

Tevekkülde Rabbinin şefkatini bilmek ve Ondan hep güzellikler beklemek de vardır.

Peki insan tevekkül etmezse ne olur?

Aslında her insan, bir şeye ya da bir şeylere güvenir, dayanır. O dayandığı ve güvendiğinden aldığı güçle hayat yolunda yürür. Bu açıdan baktığımızda, her insan tevekkül üzeredir; ancak kimisi her şeyin tek sahibi ve tek yaratıcısı olan Allah’a tevekkül eder, güvenir; kimisi ise kendisi gibi fani şeylere…

Peygamber Efendimiz’in şu dersi, Allah’a güvenen bir insanın ne kadar doğru hareket ettiğini beyan ediyor:

Resulûllah (s.a.v.) buyuruyor ki:

“Herkes dayandığı şey ile baş başa bırakılır (Allah’a dayanan, Allah’la; bir insana veya maddeye dayanan onunla).” (İmam Süyûtî)

Bir başka hadisinde ise şöyle buyurur:

“Bir kimse Allahü Teâlâ’ya sığınırsa, Allahü Teâlâ onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden ona rızık (başarı) verir. Her kim dünyaya güvenirse, onu dünyaya bırakır.”

Tevekkül abidesi İbrahim aleyhisselâm ki, putları kırması onun tevekkülüne dahildir. Onu mancınığa koyup, ateşe atarlarken: “Bana Allah’ım yetişir. O ne iyi vekil ve yardımcıdır,” dedi.

Ateşe düşerken Cebrail aleyhisselâm gelip, “Bir dileğin var mı?” dedikçe:

“Var ama, sana değil,” dedi.

Böylece: “Hasbiyallah/Bana Allah yeter,” sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Necm sûresinde, “Sözünün eri olan İbrahim” diye Allah’ın medhine mazhar oldu.

SUAT ÜNSAL

Niye ben?”…

 
“Neden benim başıma geldi?” Bir tek musibet anında seslendiririz bu yakıcı soruyu. “Niye ben?” Hep başkalarına olurdu böylesi şeyler. Öyle olmasına öylesine alışmışızdır ki… Benim değil, “öteki”lerin başına gelir kaza. En fazla bir istatistik rakamı kadar önemsediğimiz uzak yabancılar eksilir hayattan. “Ben” dediğimiz dokunulmazdır. “Ben” öyle sıradan değil(im)dir. Olağan bir kaza haberinin o hep bildik “ölü sayısı” arasına sıkışmış sıradan bir rakam olamam “ben”. Başkası da olabilmesi ihtimali altı milyar kez yüksek iken, niye “ben”im o “biri”?
“Başka bir sürü yerde olabilecekken niye ille de burada çıktı bu yangın?” “Başka milyonlarca insan varken, niye sadece beni seçti bu kurşun?” “Başka sayısız saatler, dakikalar dururken, nasıl oldu da bu ana denk geldi kaza?” “Başka bir dolu seferde olabilecekken, niye bu sefer oldu bu arıza?”
Tuhaf bir yalnızlık içinde buluyor kendini insan başına o “şey” geldiğinde. Etraftaki olağan sesler düşmanlaşıyor, yabancılaşıyor. Araba uğultusu, yağmur şıpırtısı, cep telefonu sesi dalga geçercesine yalayıp geçiyor seni. Sen derin acılar içindeyken, hiçbir şey olmamış gibi yürüyen, kaygısızca konuşan, her günkü gibi koşturan insanlara gücenik bir edayla bakıyorsun: “Nasıl da rahat olabiliyorsunuz böyle? Aşk olsun!” Her şey ve herkes “başka”laşıyor o anda. Yarın senin cenazen olacak, sen eksileceksin sıcacık yuvandan, yavruların “Baba!” dediğinde ömür boyu cevap alamayacak. Ama büyütmeye gerek yok! Sen sadece bir “başkası” dahasın başkalarının gözünde. Bir “başkası”nın daha cenazesini göz ucuyla seyredecek başkaları. Sen uykusuz bir gecenin koynunda, bir yaprak gibi titrerken, başkalarına göre bir “başkası” olan sen sıradan acılardan bir acı yaşıyor olacaksın. Uyuyacak milyonlarcası. Sen ve yakınların gazetelerin üçüncü sayfasında kanlı bir habere konu olmuşken, başkaları katlayıp bir kenara bırakacaklar senin haberini. Başkalarının es geçtiği kadar lüzumsuz bir yer mi işgal ediyorsun ki yeryüzünde? Başkalarının hiç üzülmeyeceği kadar, hiç eksikliğini hissetmeyeceği kadar yersiz bir yerin mi vardı âlemde?
Bak işte, ölen “ben” de olsa, “ölenle ölünmüyor”muş. Hayat devam ediyor “ben”siz. Olmasan da oluyormuş meğer. Ne kadar dayanılmaz bir acı! Ne kadar ağır bir hakaret! “Olsa da bir olmasa da bir”mişim meğer. Ne kadar da aşağılandığını düşünüyor insan! Aslında o aşağılanmaya verdiğimiz tepkidir o soru: “Neden başkası değil de ben?” Daha açıkçası: “Niye ben seçildim?” “Ne isteniyor benden?” “Hak etmedim ben bu ‘ceza’yı!”
Hadi itiraf edelim: Kadere hesap soruyoruz. Yazgının iki yakasından çekiştiriyoruz. Hadi bir itiraf daha: Asıl derdimiz “kader”i takdir edenledir. Yani Yaradan’la karşı karşıya gelir aklımız. “Ben”i Vareden’e keseriz faturayı. Kafa tutarız. Dokunulmazlığımızın ihlaline isyan ederiz. “Ne istedin benden?” “Benim ne suçum vardı ki?”

Ne garip! Olumsuzlukların hesabı kaderden sorulur. “Ben” kendi ellerimle suç işlerim, hapse düşerim ama “kader mahkûmu” oluveririm. Ayağım kayar, günaha bulaşırım ama “n’edersin kaderime yazılmış” deyiverir, sıyrılırım. Şampiyonluğunu, birinciliğini, galibiyetini kadere “mahkûm” eden pek çıkmaz. Sevaplarını, iyiliklerini, biriktirdiklerini, başarılarını “kader”in hesabına yazdıran olmaz.
İyiliklerimiz kadere rağmendir sanki. Başarı, yazgıya başkaldırıdır. Başarılıysam “Niye ben?” sorusunu sormama gerek yok. Birinci olduysam, “Niye benim başıma geldi?” diye sızlanmak yok. “Başkaları”nın kazalarını hayatta kalmış biri olarak seyrediyorken, “Niye ben hayatta kaldım?” diye hesap sormak yok.
Değil mi?
Farkında değilim ama… Ben bana “ben” diyebiliyorsam, ne anlaşılmaz bir ayrıcalık içimdeyim! “Ben”i bir “başkası” da olabilecekken “ben” diye seçip Vareden’e hiç minnet duygum olmayacak mı? Pekâlâ başkaları içinde sıradan biri olabilirdim. Pekâlâ başkalarının “başkası” diye bile bilmediği, hiç hatırlanmayan, hatırlanmaya bile değmeyen bir “yok” olabilirdim. “Yok” olduğunun bile farkında olunmayan bir “şey”dir “yok”luk… Ben “ben” olmasaydım, niye ben olamadım diye hesap sorabilir miydim? “Ben” olmayışıma yanabilir miydim?
Ama hayret! “Ben” varım, var edilmişim. Varlığım yokluğuma “ben”den habersiz tercih edilmiş. Kimseler hatırımı saymazken, beni aramazken, eksikliğimi dert edinmezken, varlık sahasına çıkarılmışım, hatırım sayılmış, el üstünde tutulmuşum. Ben bile “ben” olmayı hesap edemezken, “ben” diyebileceğim bir insan olarak var edilmişim.
Hiç beklemediğim, hiç ummadığım bir iyilikti bu! Aynada yüzüme bakıyorum, kimsenin yüzüne benzemiyor. Meğer “biricik”mişim ben. “Bitane”ymişim beni “ben” olarak seçenin nazarında. Nasıl oluyor da, ben bana “ben” diyebiliyorum? Ya, ben bana “ben” diyemeyenlerden olsaydım? “Sen” diye hitap edilmeyi hak etmemiş olsaydım? Öyle olsaydı, hiç aşağılanmış hissedecek miydim? Kadere hesap sorabilecek yetkide görebilecek miydim kendimi?
“Niye ben?” diye kaybettiğimin hesabını sorabiliyorsam, hiç hesapsız kazandığım “ben” sayesinde sorabiliyorum… Ne garip? Hiç yoktan kazandığım “ben”imle kazanamadıklarımın da hakkım olduğunu düşünmeye başlamışım. Tuhaflığa bakın ki, borç aldığım “ben”imle kendimi alacaklı sayıyorum.
Asıl sürprizi görmüyorum: “Ben” bana sürprizim. Hiç ummamıştım “ben” diye/bilineceğimi… Hiç beklemiyordum “ben” diyebilenler arasına seçileceğimi… Ben beni “ben” bilmeseydim, ben “ben” olamayışıma ağlayabilecek miydim?
Ben şimdi burada soruyorum kendime:
“Niye ben?”
 
Senai DEMİRCİ

Kimi zaman nefsin karşına çıkacak,kimi zaman çevren, kimi zaman ailen, kimi zaman gücü elinde tutanlar.. Ama sen yürüyeceksin…

 


SEN YİNEDE

İnsanlar bazen akılsız mantıksız ve bencildirler.
Sen yine de onları sev!

Eğer iyi şeyler yaparsan; insanlar seni bencil olmakla çıkar peşinde olmakla suçlayabilirler.
Sen yine de iyi olanı yap!

Eğer başarılı olursan kaypak dostlar ve sağlam düşmanlar kazanırsın.
Sen yine de başarılı ol!

Bugün yaptığın iyi bir şey yarın unutulabilir.
Sen yine de o iyiliği yap!

Dürüstlük ve samimiyet insanların seni incitmesine yol açabilir.
Sen yine de dürüst ve samimi ol!

Büyük fikirlere sahip büyük insan küçük fikirlere sahip küçük bir insan tarafından engellenebilir.
Sen yine de büyük düşün

Yıllarca yapmaya çalıştığın bir şey bir gecede altüst edilebilir.
Sen yine de yap!

İnsanlar gerçekten yardıma ihtiyaç duyarlar ama yardım ettiğinde sana karşı nankörlük ederler.
Sen yine de onlara yardım et!

Dünya için yapabileceğinin en iyisini yaptığında seni tekmeleyebilirler.
Sen yine de yapabileceğinin en iyisini yap!

 

 

SEN YÜRÜYECEKSİN!..

Sen yürüyeceksin…

Sen ağlayacaksın,belki horlanacaksın, belki dışlanacaksın ama, sen yürüyeceksin..

Kimi zaman nefsin karşına çıkacak,kimi zaman  çevren, kimi zaman ailen, kimi  zaman gücü elinde tutanlar.. Ama sen yürüyeceksin…

Belki anlamak istemeyecekler seni… Belki anlamazlıktan gelecekler… Belki gülecekler, belki küçümseyecekler ama, sen Allah’a dayanacak ve yürüyeceksin…

Belki güvendiğin dağlara kar yağacak, belki belki tuttuğun dallar kopuverecek ama sen Rabbine güvenip yürüyeceksin…

Belki sürüleceksin, belki taşlanacaksın,belki dışlancaksın, belki yalnız bırakılacaksın ama sen Rabbinin birlikteliğini bilip yürüyeceksin…

Kimi zaman düşeceksin,kimi zaman çelme atacaklar ayağına, kimi zaman set çekecekler,yorulacaksın kimi zaman fakat, yoluyun yüceliğini bilecek, bismillah diyecek ve yürüyeceksin.

Kırılacaksın belki, kıracaklar kimi zaman seni,için belki kan ağlayacak ama sen hasbiyallah diyecek ve yürüyeceksin.

Duranlar olacak, yolu terk edenler, belki yoldan çıkanlar, belki yolda saraylar yapanlar, belki geri dönenler  ama sen yürüyeceksin.

Ağlayacaksın belki, belki ağlatacaklar seni ama sen gözyaşını azığın yapıp yürüyeceksin.

Belki kıymetin bilinmeyecek, belki kadir kıymet bilmezler kıymet bilmeyecek, belki halin sorulmayacak, belki vefasızlar seni unutacak ama, sen ev vefalı dostun yolunda yürüyeceksin.

Eğilenler olacak, belki yolu satanlar ama, sen dimdik yürüyeceksin.

Yolda yalnızım sanma, yürüdüğün  yollu sakın başa kakma  bil  ki bu yolun yolcularının dostu Allah’tır…

Bismillah de, hasbiyallah de ve yürümene devam et… Elbette ulaştırılacaksın varılması gereken yere bir gün…

Salih Yağmur

Amelinizde Rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer O râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse te’siri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabûl ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir…Risale-i Nur İhlas Risalesinden

“Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu zaman ya sahibini daimî bir azap içerisinde bırakır veyahut o mahbub, o muhabbetin fiyatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır. O zaman aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâb eder.”

Aşk olsun Yâ Hû!..

İlk çocukluk yıllarından gençliğe ve ihtiyarlığa kadar uzanan bir çizgide, neredeyse bir ömür boyu insanın peşini bırakmaz sevgiler, ilgiler ve aşklar. Gün olur, ihtiyacın ve yaşın durumuna göre bu duygular da şiddetlenir.

Gönül denizimizin duygu dalgaları, içimizdeki sahilleri zorlar, kıyıları döver âdeta. Biz miydik o her şeye kayıtsız ve ilgisiz insan? Biz de şaşarız hâlimize. Söz dinletemeyiz kalbimize. Çaresiz, sürüklenip gideriz bir heyecanın peşinden. Kalbimiz sevgiyi tanımış, tatmıştır bir defa. Bu yolda, aradığı bir işaret taşı bile olsa, yine değerlidir. Ömründe hiç tatmadığı bir duyguyu tatmıştır artık. Sevgi engel tanımaz ama yüzü doğru yöne çevrilebilir. Nice iniş çıkışlardan sonra saflaşır, durgunlaşır. Durulması gereken noktaya bir gün gelir. Sakinleşir. Ne güzel diyor, şair Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu:

“Nerde, sahildeki çılgın ve tükenmez vuruşun,

Nerde, bardakta bir öksüz gibi uysal duruşun.”

Kalp düzgünse, her şey kararındadır. Değilse, dünyamız da kararmış demektir. Aşkın gözü kördür. Her şeyi önüne katar götürür.

***

Sevginin gücüne inananlardanım. Ama bu coşkunun kaynaklarını da görmek, bilmek gerek. Temiz bir kaynaktan beslenmeyen havuzun suyu, her halde temiz olmayacaktır. Öylesine aşklar değil elbette bizim konumuz. Aşk, yüce bir hâldir, en yüce olmasa da. Ölüm gibi bir şeydir, geldi mi önüne katar, sürükler sizi. Ne kendinize, ne iradenize hükmünüz geçmez. Sözünüz yetmez. Aşk geldiğinde, boşluk bırakmaz, tamamlar… Sizi, bütün benliğinizle alır, uzaklara taşır. Geriye sizi hatırlatan bir iz bile kalmaz… Kumsalda, dalgaların ayak izlerini silmesi gibi siler benliğinizi yok eder.

Bu dalgalar, bizi bir ummana ulaştırır. Biz gibi bir damlayı, yok eder, varlık denizine taşır. Aşkın gücü de burada. Bir günde bitiyorsa sevgiler, olmaz olsun. Hesaba, kitaba, yarın kaygısına dayanan tüccar kalplerle işimiz yok. Böylesi sevgiler, asla yer etmesin, asla girmesin hiç dünyamıza. Kalplerimiz, kapalı dursun onlara karşı. Ucuz sevgilerin peşinden koşanlar, kendilerine âşıktırlar aslında. “Aşkın pazarında canlar satılır / Satarım canımı alan bulunmaz” diyor, bu yolun bir sevdalısı. Kalbini; ona, buna ya da paraya, pula satanlara bizim pazarımızda yer yok. Ucuza gitmişlerdir onlar. Kalblerinin hazinesinden habersiz yaşayanları, hangi şey zengin edebilir? Fakirliğin belki de en kötüsü bu; sevgi yoksulluğu.

Sevgi ya da aşk, bu açıdan bakılınca, tarifini de bulmuş oluyor bir ölçüde…

Hani Mecnun’a; “Vazgeç şu Leylâ’nın aşkından” dediklerinde, İlâhî aşkın kendini ulaştırdığı ya da olgunlaştırdığı hâli kendinde bir türlü göremeyenlere Mecnun: “Leylâ diye diye buldum Mevlâ’yı / Ben şimdi neyleyeyim Leylâ’yı” der.

İşte bu kadar. Gemi, yolcusunu almış, sayısız tehlikelere rağmen idealinden şaşmamış ve engelleri aşa aşa onu sahile ulaştırmıştır. Geriye dönüp baktığımızda, geçen onca yıllara rağmen, unutulmayan hatıraların başköşesinde hep sevgiyi, muhabbeti görmemiz boşuna değildir. Çünkü bir bedel ödemişizdir. Yanmışız, yıkılmışızdır. Kendimizi hayat aynasında ilk defa gerçekten tanımış ve keşfetmişizdir. Kolay mı?

 

Bazıları edeplerinden asla taviz vermezler. Sevgilerini gizlerler. Aşkın, sevginin esrarını öldürmezler bile bile. Sevdiklerinden uzak durmayı yeğlerler. Bir bildikleri vardır elbet, her şeyin sınavı olur da, aşkın sınavı olmaz mı? Belki de yerince bir tedbirdir bu. Romeo ve Juliet’te, rahibin Romeo’ya söyledikleri ne kadar yerindedir. Gencin yüreğini yakan ateşi, gözlerinde okuyan rahip; “Ölçülü sev ki, sevgin uzun sürsün” der. Ölçü girdi mi devreye, en taşkın sevgilerde bile, tehlikelerden uzak kalabilir insanın kalbi.

Ömründe bir defa olsun bu çarpıntıyı duymamış ve onu hayatında hissetmemiş kimse yoktur her halde. Ama en acı veren sevgiler, ömür boyu bir sır gibi gizlenenler olmalı. Müjdelerin en güzelini, Hz. Peygamber (asm) veriyor: “Bir genç, birini sever de bu sevgisini gizler söyleyemezse ve bu sevgiyle ölürse, o kişi şehit olarak ölmüştür.”

Hayatın bir gayesi olur da, sevginin olmaz mı? Sonunda boşu boşuna yanmamak ve başkasını da yakmamak, kul hakkına girmemek için, sevginin izini ve adresini bilmek, tanımak gerekir.

Sevginin, aşkın da, birçok duygumuzda olduğu gibi, iki yönü var: Biri aşk-ı hakikî, yani gerçek aşk, diğeri ise mecazî, yani geçici aşk. Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat’ta bunu şöyle ifade eder:

“Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu zaman ya sahibini daimî bir azap içerisinde bırakır veyahut o mahbub, o muhabbetin fiyatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır. O zaman aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâb eder.”

Gerçek sevgi ne peki?

Gerçek sevgi ise, Yaratan’a karşı duyulan aşktır. Bu dünya, gölgeler dünyasıdır. Aynalardaki tecelliye, görüntülere takılmayıp, o aynalarda kendini gösteren güzelliğin kaynağına, gerçeğine ulaşmak gerekir. Mukaddes olan çaba budur işte. Bu aşk güzele değil güzelliğe, tek bir kişiye değil her şeye, Allah’ın güzel isimlerinin her bir zerrede tecellî eden, görünen san’atına, hikmetine, kemâline, lütfuna, hatta kahrına bile kalpten ve gönülden bir bağlanıştır.

Evet, bu kâinatın yapısında, mayasında sevgi ve muhabbet vardır. Bu çekim alanının içine, bir kalp taşıyan her insan girer. Onun cazibesine kapılır, kâinat bu muhabbetle durur, bu aşkla yürür. Ve bu sevgiyle döner, bir Mevlevî gibi.

Sevenler ve sevilenler ancak Sevdirenin muhabbeti ve rızası altında muradlarına erebilirler…

Allah’ın sonsuz güzellikteki yaratışı, kendisini bildirmeye yönelik olan münezzeh sevgisinden doğmuştur. Onun için, eskiden, bir yere gelene “Hoşgeldin” mânâsına, bir şey yiyenlere içenlere yine “Afiyet olsun” yerine, “Aşk olsun” derlermiş. Muhatap, bu söz karşısında ya “Eyvallah” ya da “Aşkın cemâl olsun” dermiş.

Sözümüzü, sevgiyle yoğrulmuş bir duâyla bağlayalım:

“Aşk olsun” dedi.

“Aşkın cemâl olsun” dediler.

“Cemâlin Nur olsun” dedi.

“Nurun alâ Nur olsun” dediler.

Biz ne diyelim, gönülden bir âmin’den başka…

Selim GÜNDÜZALP

Anladı…Ve sustu…Ve ağladı…Dili, yüreği… Hicabından lal oldu…

 

Susmuştu…
O her konuda büyümüş de küçülmüş gibi cümleler kuran, konu o olunca susmuştu… Kendine bile susmuştu… Derin ve manidar sessizliklere gömülmüştü… Ve kapatmaya çalışmıştı kulağını o konuya dair her cümleye… Değişik haller yaşar olmuştu… Değişmişti hallerinin adresi… Adresi değişik haller içine düşmüştü besbelli…

Ağzını her açtığında yüreği, dinlemek istemeyip susturmuştu. Gece yarıları herkes uykuyla hemhalken, yitirdiği uykularının ortasında bir türküyü dinlerken, farkında olmadan ıslanmıştı gözleri, ama susmuştu. Kendine bile. Ki en başta kendine…

Bir yıldızı vardı çok küçüklüğünden süregelen. Her gece konuşur, dünya hayatı’nı, sonra baki olan ahiret hayatı’nı anlatır, halleşirdi onunla vakitlerden beri. Ama yıldızı hiç konuşmazdı, hep susardı, susardı ve dinlerdi… O anlatırdı hep kocaman yüreğiyle. Ve artık susan o olmuştu. Susmuştu…
Yıldızı anlamıştı bu suskunluğu. O susmuştu, ama sanki yıllardır bu hali beklercesine konuşmaya başlamıştı yıldızı. O, içindeki anlayamadığı acısıyla derin susuşları üstlenirken, bu sefer yıldızı girmişti seslilik harflerinin içine.
Gecenin ortasında, sessiz ağlayışlarına şahit olunca, dayanamamıştı yıldızı. Dayanamamış ve yine öyle bir gece, suskunken, ona halinin adını söylemeye çalışmıştı. Ama o kızmıştı yıldızına, o çok sevdiği yıldızıyla ilk defa kavga eder olmuştu, hışımla kapatmıştı yıldızını görünür kılan her yeri ve her şeyi.
Kuşlar, aynalar, yağmurlar, kitaplar, Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul… Sanki hepsi birlik olmuş da bir şeyler anlatmaya çalışır olmuşlardı hep bir ağızdan, ama anlamlıca…
Kaçmıştı hep… Vakitlerce kaçmıştı… Kaçmaya çalışmıştı… Kendinden bile… Kendinden zaten… Kaçmıştı…
Uykusuzluk içinde çırpındığı geceler, ayak bastığı kaldırımlar, duyduğu ve gördüğü her şeyler ve dahi gözyaşlarının rengi kendilerince bir gerçeği anlatır olmuştu.
Sonra, uzunca vakitlerin ardından, itiraz kabul etmeden karşısına almıştı yüreği onu olanların üzerine…
‘Yeter artık!’ diyerek, hışımla anlatmıştı ona anladıklarını. Çünkü yorulmuştu yüreği. Bir kez olsun dinlenilmemek en yakını tarafından, zoruna gitmişti. Ve sonunda, tek söz ettirmeden haykırmıştı içindeki sırları yüreği…

Şimdi, işte şimdi herkes susmuştu. Herkese, her şeye lal düşmüştü. Tek bir gerçek kalmıştı ortalıkta. Ne olduğunu anlayamayan tek gerçek…

Peki neden? Neden izin vermedi konuşmalarına? Ya da neden dinlemedi? Neden hep susturdu yüreğini?

Çünkü korkardı… Belki içi parçalanırdı, ama yine de korkardı. Çekinirdi, utanırdı tüm saflıklardan, saygısızlık etmekten çekinir utanırdı. En çok da Güzeller Güzeli Sahibi’nden; En Sevgili olan Sevgili’sinden.
Şeytandan korkardı, nefsinden…
Yanardı içi, ama hep, bunun şeytanın ya da nefsinin bir tuzağı, yanıltması olmasından korkardı.
Öylesi önemli, kutsaldı ki o duygular ya da kavramlar, içi ne kadar yanarsa yansın, hep alçak gördü, inanmadı, dinlemedi bile yüreğini.
Geçici hevesleri düşündü hep. Geçici heveslerin; nefsin arzularının isminin o mübarek isimlerin konulduğuna şahit oldukça daha çok kanadı içi. Ağladı… Kanadıkça içi, ağladı. Ağladıkça daha çok kanadı içi…

Rabb’ini düşündü… O’nun her şeyi bildiği’ne, gördüğü’ne, haberdar olduğu’na dair müthiş bir inancı vardı. O’nun her şeyi bildiği’ni, gördüğü’nü, haberdar olduğu’nu düşündü.

Bilir olmuştu artık yüreğindekileri. Ama bunu söylemekten utanmıştı kendine bile. Utanmıştı… Utandıkça daha çok yanmıştı, artmıştı yangını…
Saflığı, masumiyeti, edebi yaşamaktı en yüksek mertebede tek isteği. Günaha bulaşmadan, basitleşmeden. Dünyeviler gibi ıslahı; kurtulmayı da istemeden. Hayayla, iffetle… İçteki yangını dışa sıçratmadan, sabrın bütün sınırlarında gerilerek. Hakikat için, safi duygularla hepten yanarak. Yani ki, o asil duygunun tefsiriyle oynamadan. ‘Hiç’ olduğunu da bilerek…


İstemişti ki Rabb’inden özgeye yol çıkmasın. Kendisini Rabb’ine götüren yol’da bütün evrenin özetinin ‘yüreğindeki’nde çıkartıldığını bilmek, görmek istedi. Bütün ruhların yaratıldığı ve henüz ruhlara cesetlerinin biçilmediği o mecliste, yüreğindekinin yanında yer almış olduğunu hatırlamak istedi. Yüreğindekinin yüreğindekinden öte bir şeyler olduğunu hatırlamak, bilmek istedi. Gözyaşlarının serininde yıkansın içi istedi. İstedi ki, Güzeller Güzeli Rabb’inin yolunda meş’ale ola yüreğindekine. Ve meş’ale olsun yüreğindeki. Hicabıyla, zamanı utandıran bir çile yaşamak istedi…
İstedi ki, bir gün, tamamlandığı anda sahiplerinden sıyrılan bütün şiir ve şarkılar gibi ayrı düşmesin yüreği yüreğinden. İstedi ki, o meleklerin indirdiği yağmurlar yüreğindeki gerçekle yağsın. İstedi ki, o tarifsizce sevdiği İstanbul’u şahitlik etsin yüreğindeki gerçeğe. Şahitlik etsin Mekke, Medine, Kudüs… Ve kutsal olan ne varsa şahitlik etsin her hücresindeki gerçeğin en derinine…

Ve anladı…
Anladı sevgi’nin manasını…
Asla tarif etmedi…
Sadece anladı…
Sevgi’nin adl-i ilahi’de sınanmak olduğunu ve sınavı erce geçmek olduğunu…
Nasuh kisvesinde bir tevbe olduğunu…
Nefsi öldürerek bir diriliş olduğunu…
Sevgi’nin harama bulaşmaktan, en ufak bir günaha girmekten O’na sığınmak demek olduğunu…
Anladı, irade, takat, sabır, tevekkül, saf, masum, haya, edep.. kelimelerinin gerçek manasını…
Anladı…
Ve sustu…
Ve ağladı…
Dili, yüreği… Hicabından lal oldu…

Büşra Nur Dilek

alıntıdır…