Bize geniş zamanlarda kapında sabahlamayı öğret Rabbim. Nisyandan koru bizi. Tan yeri ağarırken gönlünde kandiller yananlardan, gönül ışığı parlayanlardan, Seninle olanlardan eyle…

Bir Arz-ı Hal

 

Rabbim!

Hamd Senin için Rabbim. Yerin, göğün ve onlarda bulunan her şeyin nurusun Sen…

Hamd Senin için Rabbim. Yerin, göğün ve onlarda bulunan her şeyin varlığına hayat verensin Sen.

Hamd Senin için Rabbim! Yerin, göğün ve onlarda bulunan her şeyin malikisin Sen.

Hamd Senin için Rabbim! Hak Sensin… Va’din haktır. Seninle buluşmamız haktır. Sözün haktır Senin. Cennet haktır. Ateş haktır. Habercilerin haktır… Muhammed (s.a.) haktır. Sana teslim oldum Rabbim! Sana iman ettim. Sana tevekkül ettim. Sana yöneldim. Senin için mücadele ettim. İşlerimde Seni hakem tuttum. Beni bağışla Rabbim, geçmişteki gelecekteki, açık ve gizli yaptıklarımı bağışla… Sensin öncenin öncesi, sonranın sonrası… Senden başka tanrı yok Rabbim.

Ancak Sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz Rabim…

Bağışlama diliyorum Senden… Bağışlama diliyorum, bağışlama diliyorum yüce, kerem sahibi, rahmet sahibi, eşi ortağı bulunmayan, hayy ü kayyum olan Rabbim! Tevbe ediyorum Rabbim.. Tevbe gücünü vermeni diliyorum Senden, bağışlama diliyorum, yol doğruluğu, yol aydınlığı diliyorum… Sensin insanı tevbe çağlayanında yıkayan, Sensin derin rahmetlere garkeden… Nefsine zulmeden, nefsine güç yetiremeyen bizim gibi biçareleri, ölüme, dirime, mahşere yönelirken rahmetlere garkeden Sensin…

Senin kapındayım Rabbim; tazarruan ve hufyeten… Derin yakarışlar içinde, gecenin sardığı yalnızlıklarda Sana yöneldim. Kapına geldim…

Sen benim Rabbimsin, Allahım… Sen’den başka ilâh yok. Beni Sen yarattın. Ben Senin kulunum. Sana verdiğim sözde duruyorum, gücüm yettiğince Sana vadettiğim noktadayım Rabbim. Yaptığım işlerin kötülüklerinden Sana sığınırım. Verdiğin nimetleri, yaptığım kusurları da itiraf ediyorum. Günahımı bağışla Rabbim, günahı Senden başka bağışlayacak olan yoktur."

Gözyaşlarımız, Bedir’de Secde’ye kapanıp Sana yakaran kulun ve Rasûlün Muhammed’in gözyaşları kadar saf ve duru değil belki…

Onun dediği gibi "Eğer şu mü’minler helâk olursa, yeryüzünde Sana ibadet eden kalmaz" gibi naz makamında kapını çalma cesaretimiz yok muhakkak…

Ama "Duanız olmasa Rabbim sizi ne yapsın" diyen de Sensin Rabbim…

Bize duayı öğreten Sensin… Rahman ve Rahim sıfatlarını Sen yazdın kalblerimize… Umutları Sen yazdın. Ye’sten korunmayı Sen yazdın. "Dua edin, cevap vereyim" diyen Sensin… "Vadinde hulfetmeyen" Sensin… Hazineleri sonsuz olan sensin…

Duamız var ve Senin kapında bu dualı halimize güveniyorum Rabbim…

Bize rahmetini yağdır, toprağımıza, insanımıza…

Aç rahmet kapılarını Rabbim.

Bize hastalıksız kalbler ver.

Bize Seni sevecek yürekler ver… Bize Senin sevdiklerini sevecek yürekler ver…

Bize kulun ve Rasûlün Muhammed’in dualarında istediklerini ver…

Ona Uhud’u sevdirdiğin gibi bize de sevdir dağı, taşı, kuşu, çiçeği…

Çocuğu sevdir bize, kadını sevdir, mazlumu sevdir…

Güzelliği sevdir bize… Güzelliği idrak etmeyi lütfet.

Mü’minleri sevdir geçmiş ve gelecekteki… Mü’minlere karşı gönüllerimizde en küçük karışıklık, muğberiyet bırakma…

Biz, zayıf varlıklarız. Dar zamanlarda dualarımız, yakarışlarımız sular-seller gibidir. Fırtınalı sularda kapına yığılırız. Tüm insanlık, kapında çığrışırız, "Rabbim, Rabbim" çığlıkları sarar yeri-göğü…

Sonra unutmak da bizim nisyanla malül tabiatımızın eseri…

Bize geniş zamanlarda kapında sabahlamayı öğret Rabbim. Nisyandan koru bizi. Tan yeri ağarırken gönlünde kandiller yananlardan, gönül ışığı parlayanlardan, Seninle olanlardan eyle…

Zulümle ve zalimle imtihan etme bizi Rabbim…

Bize acımayacak olanı başımıza musallat etme.

Merhametsizlere güç-kudret verme Rabbim.

Özlemlerle, hasretlerle kavrulan dudakları suya kandır Rabbim. Mazlumu çoğalan bir dünyadayız, sabır yağdır üzerimize, bize tahammül gücü ver, tahammül edemeyeceğimiz şeyle imtihan etme bizi Rabbim.

Eleğin üstünde kalanlardan eyle zor zamanlarda…

Bizi yarın Senin huzurunda, habib-i edibin Muhammed’in huzurunda, güzel mü’minlerin huzurunda, utanacağımız şeylerden koru Rabbim.

Bizi yarın, o zor günde, birbirimizden kaçacak haller içine düşürme Rabbim. Elimizin, ayağımızın tanıklığından kaçacak hale getirme bizleri…

Hep fakiriz, Sana muhtacız Rabbim…

Mülk Senin, kudret Senin… Hayatımız, mematımız Senin kudret elinde…

Rahmetine, merhametine, mağfiretine, nusretine, hıfzına muhtacız Rabbim, koru yolunda olanları, nusret ver onlara…

Bize güneş ver ay ver, yağmur ver, kar ver Rabbim, bize çiçek ver, bize renk ver, koku ver, güzellikler ver…

Ağaçlarımızı koru Rabbim, yollarda seyredenleri koru, hasta yatağında Sana yönelenlere şiffa ver, çocukları, yaşlıları, gençleri koru…

Bize göz aydınlığı ver… Deryalar gibi gönül genişliği, gönül ferahlığı ver…

Bize tebessüm ver Muhammed’in güzelliğinden kalma…

Bize infak duygusu ver. Bize diğergâmlık ver…

Bizi cimrilikten koru Rabbim. Öfkeden koru. Kıskançlıktan koru… Hasedden, riyadan, kendini beğenmekten koru…

Gafletten koru bizi… Senin bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu hissetmediğimiz anlardan koru…

Kalblere hükmeden Sensin… Alemlere rahmet olarak yarattığın insan bile Sana "Ey kalbleri evirip çeviren Rabbim, benim kalbimi Senin dinin üzere sabit kıl" diye dua ediyor. Kalbimizi dininle birlikte yaşat Rabbim.

Namazlarımızı, seninle buluşma ânı eyle…

Tekbirlerimizi, tehlillerimizi, tesbihlerimizi kalben idraki nasib eyle…

Çocuklarımız Senin emanetin… Bize imtihan kıldın onları… Bu imtihanda utanç olmasın nasibimiz Rabbim. Onları Senin yolunun yolcuları, Senin sevginin sevdalıları yap. Bizim yüzümüzden onlara dünya ve ahirette mahrumiyet yaşatma Rabbim. Sana emanet ediyoruz, Sana teslim ediyoruz onları… Saadet ver onlara iki cihanda…

Yuvalarımızı rahmetinle kuşat Rabbim. Bu dünyadan ötekine saadet taşıyan insanlar kıl bizleri…

Eşlerimizi göz aydınlığımız kıl… Ruhumuzun durulduğu iklime dönüştür sevgilerimizi…

"Yol arayın, diyorsun Sana…"

"Dua edin" diyorsun…

İşte dualarımız, işte yol arayışımız… "İhdina!… Bize yol göster Rabbim.!" Sen bize Doğru yolu göster… Sen göstermezsen, Sen bizi yolunda tutmazsan, biz bulamayız, biz yolnda duramayız.

Kitabını kılavuz kıl bizlere… Yüreğimizin mihengi olsun kutlu Kitabın…

Peygamberini ebedi rehber…

Onunla yolculuğumuz Hamd Sancağının altına kadar sürsün…

Muhammed’in muhabbetinden bir ışık ver gözlerimize, gönüllerimize… Sevgilerimiz O’nun sevgisinde mayalansın…

Rabbim, dilimize güzel dualar öğret… Sana ula?acak dualar…

Rızanı istiyoruz Rabbim. Bütün ezikliğimize rağmen rızanı… Seni hoşnud edemezsek dünyaya gelmenin ne anlamı olur?

İnsan yarattın bizi… İnsan olarak huzuruna gelmeyi, insan olmaktan hoşnud olmayı nasib et bizlere… "Keşke toprak olsaydım" dedirtme bizlere…

Meleğin Müslüman olarak alsın canımızı Rabbim… Sana kavuşmayı düğün-bayram sayanlardan eyle bizi… Mahşer aydınlığında yaşat bizleri…

Yüzümüzü Sana döndük Rabbim, Sana teslim olduk… Kalbimizi duasız bırakma… "Attığın zaman sen atmadın, Allah attı" buyuruyorsun, lâ havle vela kuvvete illâ billahil aliyyil azîm… Her şeye kadir olan Sensin…

Ahmet Taşgetiren

Ey yüreğimizdeki tarifi imkansız Dost!…

YÜREĞİMDEKİ TARİFİ İMKANSIZ DOSTTA
 
Yüreğim ne kasırgalar geçirdi, ne boranlar kopardı dost dediklerinden dostum dediklerinden . Bu yüreğim nicelerini dost bildi, bâki dostu bilmeden, ‘Onu’ yüreğinin derinliklerinde hissedemeden.

Dilim bunları söylerken, gönlüm tarifi imkansız haykırışlarda, ‘Seni’ arayışta.

Dost dedikleri nasıl bir şeydir ki, benim serhad gibi yüreğimi birden sallandırdı. Dost dedikleri nasıl bir duyguyduki, gönlümü Hz.Yusuf (a.s)’un kuyuda tutsak olduğu zaman gibi yakarışta, o zaman gibi hüzünlü tâ ki Senin dostluğuna kavuşana kadar. Dost dedikleri aşk yüreğimde nasıl bir kordur ki, yüreğimi Mecnun’un yüreğinde yanan ateş gibi kor, o ateş gibi Sana muhtaç kılan.

Peki neydi insanı bu kadar duygu yoğunluğuna iten,insana şiirler yaztırtan? Ya da nasıl bir duyguydu ki Sana içten seslendiği vakit nemlenen gözleri yaşartan, yüreğimize manevi iklimler saçan?

Bunu nasıl anlatabilirim ki?

Çünkü bu diller lâl oldu. Seni anlatamamaktan, Seni Mecnun’un aradığı gibi arayamamaktan.

Ey yüreğimizdeki tarifi imkansız Dost!

Sana yöneldim, Sana haykırıyorum. Biliyorum Senin dostluğuna lâyık değilim amma ümitvârım. Dostluğunun limanındayım aç yelkenleri aç tâ dostluğuna geleyim.

N’olur beni dostluğuna kabul et.
(Âmin)

Mehmet Beydemir

Ramazan zamana düşen rahmet damlası, bereket rüzgârı, hikmet yağmuru, ubudiyet bahçesi, dua mevsimi… Gönüllerin gülşeni, şehirlerin şehrayini…

GELDİ ŞEHRİ RAMAZAN…

ON BİR aylık hasret vuslatla son buldu; geldi şehri ramazan, şenlendi şehirler… Ruhlar rahatladı, gönüller güldü, duygular duruldu, bedenler hafifledi…

Şeytan şaşkın, nefis istifaya yatkın… “Anlam” anlamını buldu zihinlerde; Kur’an, kalp, kâinat denkleminde hayat sorulur ve sorgulanır oldu… Varlık yokluğunu, yokluk varlığını hissettirdi hislerin derin ve keskin bakışlarda… Başlangıç ve bitiş birbirine yaklaştı, ayların ve yılların bölemediği yakınlıkta…

Sonluluğun sancıları sonsuzluk için olduğu düşünüldü dimağların derin deminde… Dilekler, dualar yükseldi ubudiyetin engin semalarına… Yaran Kur’an tilavetiyle yürekler yaralarını kapadı, açılan melekût kapılarla mülkten öte yollar gözlendi, özlendi…

Köprüler kuruldu kalplerden kalplere, âlemlerden âlemlere… Berzahlar bir lahzada toplandı: Hu… Zerreler seyyarelerle bir an-ı seyyalede buluştu; La ilahe illa Hu… Kehkeşanlar çağlayanı sustu; Sübhanallah, Allahüekber…

Arz vecd ile dönüyor, hikmetin izinde, nimetin hamdında… Denizler Yunusi dua ile dalgalanıyor, dağlar Davudi zikirle coşmuş… Kuşlar kanaat kanatlarıyla uçuyor ümit bulutlarının üstünde… Kara toprak renkli çiçeklerle açmış, güzellikler destesi sunuyor… Yüzler ve yürekler, yıldız çiçekler tefekkürüyle mütebessim; aradığını bulmanın, bulduğunu ilan etmenin hazırane huzurunu yaşıyor…

Hayat hakikati kendini daha canlı hissettiriyor şehirlerin suskunluğunda… Suçlar azalıyor, yardımlaşmalar artıyor, hal hatır sormalar hatırlanıyor, açlık açlarla beraber yaşanıyor… Zekât köprüler kuruluyor zenginlerden fakirlere, dua eller uzanıyor fakirlerden Ganiyyü Kerim’e…

Âlem kapılar açılıyor, içler ve şehirler şenleniyor şehri ramazanın gelişiyle… On bir aylık gidişin dönüş sevinci yaşanıyor, gözlerde ve gönüllerde… Sahici sevinç sokakları dolduruyor, caddeleri coşturuyor, camileri taşırıyor…

Ramazan zamana düşen rahmet damlası, bereket rüzgârı, hikmet yağmuru, ubudiyet bahçesi, dua mevsimi… Gönüllerin gülşeni, şehirlerin şehrayini…

Ramazanın ruhunu ruhunda hisseden, âlemlerin şehrayinini seyreder, gönlü genişler, şehirleri şenlenmiş görür… Her hareketi, her hadiseyi hikmet penceresinden ubudiyet gözlerle bakar, istiğfar ve dua dillerle mukabele eder… Bağışlanmayı bekler, rızayı erişmeyi diler…

Kerim Kur’an’ın kâinatı okuyuşunu dinler, kâinatın Kur’an kıraatini kulak verir…

Hoş geldin… Kalbinde Kur’an taşıyan, içinde zamanın kabesi “Kadir Gecesi” barındıran, bütün ayları aydınlatan, ruhları rahatlatan Ramazan… Hoş geldin…

Kalbimizin kirlerini kazıyarak, dışımızı temizleyerek hoş gidersin inşaallah.

Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince salât ve selâm et ve Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince günahlarımızı af e‏yle.Amin.Hayırlı Ramazanlar…

“Yön yön sarılmışım ne yana baksam;Sarılan olur da, saran olmaz mı?Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam;Geçip de aynaya soran olmaz mı?”…

Geçip de Aynaya Soran Varmı ?
 
Geçip de aynanın karşısına yüzüme bakacak gözüm yok. Verdiğin emanet ne güzeldi Allah’ım. Ama ben lâyıkınca onu taşıyamadım. Yüzüme bakacak gözüm yok. Elimde kirlendi emanetin. Elmas iken, adî cama döndü. Kıymetini bilemedim. Kırk-elli yılda eskidi derim, pörsüdü cildim. Yok şimdi eski hâlimden bir eser. Yok yakınımda kimsecikler. Yok bir yakınım, yok bir bakanım. Bir Sen varsın, bir Sen, hâlden anlayanım. Bir an olsun beni yalnız bırakmayanım. Sadece Sen… Gerçek Sahibim, Mâlikim, Efendim, Rabbim, İlahım, Allah’ım, sadece Sen…

Kimler geldi, kimler geçti şu köhne dünyadan. Her biri bu aynaya baktı da geçti. Kimi elinde dolu bir tasla, kimi başucunda bir taşla geçti bu dünyadan. Kimi de malını değil, adını bile götüremedi. Her şey burada kaldı, çünkü mülk senindi. Âkil olana yakışan, suretlere takılmamaktı. Bilen öyle yaptı, bilmeyen bu yolda şaştı. Bazen taşkınlık yaptı, haddi aştı. Bu beden, kendinin sandı ve insan aldandı…

Nerde bir zamanlar o ışıldayan genç ve güzel yüzler? Şimdi eser yok hiçbirinden. Gençti, güzeldi, gül gibiydi hepsi. Ömürleri, güller kadar kısa sürdü. Şimdi ben de öyleyim. Dalından düştü düşecek ömür ağacımın son yaprağı. Başımı kaldırıp bakmaya cesaretim yok. Sahip olduğumu zannettiğim ve kıymetini bilemediğim bu elbisenin içindeyim. Dar geliyor bedenime artık. Ruhum, eskimiş yuvasından çıkmaya hazırlanıyor. Belki de can atıyor. Emanetin mühleti bitmek üzere. Son yaprak dalından düşmek üzere.

Bu en harika ve en güzel eserinin, bunca yıldır kıymetini bilemedim, affeyle ya Rab. Hastalanmadan elimin, gözümün, ayağımın, kalbimin kıymetini bilemedim. Geçti gitti yıllar, bitti ömürler. Hâlâ bu bedenin emanet olduğunu anlayamadım gitti. Senin emanetindir, bilemedim gitti. Yedirdin, içirdin, gezdirdin mülkünde. Bin bir nimetlerinle şereflendirdin ama ben, hiçbirinin kıymetini bilemedim.

Şimdi ne sevenim, ne bakanım, ne girenim, ne çıkanım, ne bir hatır soranım var. Vücut evime, bedenimin semtine bir uğrayanım yok. Senden başka hâlimi görenim ve bir bilenim yok.

Her gün, son bir geceye; her gece, son bir güne gebedir, bilemedim. İzin ver, gençlik çağımda yapamadığımı, ömrümün son deminde yapmaya çalışayım. Derman ver, iman ver, fırsat ver Allah’ım. Hep de veriyorsun ya…

Kırık dökük bir hâldeyim. Tutulacak bir yerim yok. Onarmaya kalksam, her yanım harap. Oysa bir zamanlar öyle miydi? Bu beden de; gençti, dinçti. Kuşlar gibi gidip gelirdi en uzak mesafelere. Yorulmak bilmezdi. Bir nefeste çıkardı merdivenleri. Şimdi ilk basamağında bile dinlenmeden edemiyor. Yollarda yokuşları hesaplıyor. Köşede bir ayna var, odama çıkarken hep ona bakıyorum. Benim mi bu yüz Allah’ım, hayretten donakalıyorum. Kalbim heyecanlanıyor, çarpıntılarını duyuyorum. “Her kalbin çarpıntısı, kendi ecelinin ayak sesidir.” Şimdi anlıyorum. Kendimle oturup konuşuyorum, özümle baş başayım.

Bir psikolog: “Kendi kalbine bakmayanın hayatı bulanıktır.” diyor ve ekliyor: “Kendi yüreğine bakabilme cesaretini gösterenler, gönlünün muradını keşfedenlerdir. Dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur; içeriye bakan uyanır, kendini keşfeder.” Ben de öyle yapıyorum, içime bakıyorum, aynalarda kendimi keşfe çalışıyorum. Hayatımı inceliyorum sayfa sayfa. Çünkü “İncelenmemiş bir hayat yaşamaya değmez.” diyor bilge bir zat. Ben de öyle yapıyorum. Aynaya bakıyorum, sorular soruyorum.

Ya Rab aynaya bakacak yüzüm yok, cesaretim yok, çünkü aynalar konuşuyor. Her şeyi söylüyor bir bir: “Boşa gecen günlere yanmanın faydası yok, şimdi tövbe ve istiğfar etmenin vaktidir.” diyor.

Aynadaki suretime bakmaya cesaretim yok. Bu mukaddes emaneti taşıyamadık, harap ettik, kaybettik, yitirdik ya Rab, affet. Bu emaneti senden başka kim onarır? Kırık dökük bu emaneti senden başka kim kabul edebilir ki? Kırılan, dağılan, parçalanan hayatımızın yegâne kefili ve vekili sensin. Çünkü Sen, ‘Hasbunallahu ve ni’me’l-vekîl’sin.

Aynalara bakmaya korkuyorum çünkü aynalarda görüneni sevemiyorum. Ama aynalar konuşuyor: “Sen kendini bile sevmezken, seni bir sevenin var, unutma.” diyor, “Suretlere bakıp takılma.” diyor. “Evet evet, sen kendini sevmesen de, sen kendine kıysan ve kendini harcasan da seni bir seven, sana kıyamayan, harcanmana razı olmayan biri var. O seni öyle seviyor işte. Sen kendine tahammül edemesen de, sana tahammül eden en güzel bir sabır sahibi olan Rabbin var.”

Allah’ım, sensiz hiçbir şey çözülmüyor. Sensiz hiçbir şey olmuyor ve anlaşılmıyor. Hayatın tadı, Seninle ve Sana imanla. Ağır baskılar altındayım, bir kördüğüm olmuş hayatım. Senin emanetin olan bu hayat, yine Senin yardımınla, merhametinle çözülebilir ve tekrar bir düzene girebilir… Ancak Senin yardımınla, Senin iltimasınla…

İşte buna canlı misâl. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanmış bir olay…

Her nasılsa ve ne olmuşsa, bir genç kendini okulun camından atmak istiyor. Tam o anda, oradan geçmekte olan bir arkadaşı durumu fark ediyor ve çekiyor genci eteğinden.

“Sen ne yapıyorsun?!” diyor.

“Bırak beni, bırak, kimse sevmiyor beni, bırak!” diyor, feryada başlıyor. Arkadaşı:

“Seni seven biri var!” diyor. Kızcağız şaşkınlıkla:

“Kim o, kim o?” diyor. Arkadaşı: sana böyle bir sonu lâyık görmeyen, seni seven biri var. Beni sana gönderen, işte O. Seni seviyor, senin Rabbindir O. Sızlanma, O’nun sevgisi sana yeter.” diyor, “Bırak, O’ndan başka hiç kimse seni sevmesin isterse. O’nun sevgisi sana değil, kâinata bile yeter.”

Kızcağız:

“Madem Allah beni seviyordu, niye yalnız bıraktı?” diyor. Bir yandan da hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Arkadaşı:

“Bak bırakmadı işte, beni sana gönderdi.” diyor. “Koskoca koridorda sen ve ben varız, bir de Allah. Yalnız değiliz. Ben burada olmayabilirdim. Bu koridordan geçmeyebilirdim. Allah sevk etti, senin karşına beni O çıkardı. Beni sana O gönderdi, anlasana! Hadi ama toparlan, ağlama!” diyor. Kızcağız gene söyleniyor:

“Beni kimse sevmiyor, hiç kimse sevmiyor.” Arkadaşı:

“Sen kendini seviyor musun?” diyor.

İlk defa başını kaldırıp yüzüne bakıyor kızcağız: “Hayır, ben de kendimi sevmiyorum.”

“Üzülme.” diyor arkadaşı. “Sen, ben ve biz kendimizi sevmesek de, bizi bir seven var, bizim bir sevenimiz var. Sevmekle kalmayan, her an yaşatan, mideni değil sadece, kalbini ve ruhunu sevgisiyle besleyen biri var. Korkma, üzülme, ağlama, o sevgi ve o Sevgili sana değil, kâinata bile yeter.” diyor…

Güneşi bulan mumu ne yapsın? Ey güneşler güneşi! Ey nurlar nuru! Bir küçük tecellin bile neler yapmaya kâdirdir Senin. Kendini bile sevmeyen insanın, şükür ki onu seven bir Rabbi var.

Ümidini yitirme ey insanoğlu, işte böyle sevgili bir Rabbin var!

Aynalar gerçeği söylüyor, aynalarla yüzleşmeye var mısınız? Aynalar konuşuyor, aynaları dinlemeye, aynalara bakmaya cesaretiniz var mı? Geçip de aynaya soran var mı?…

Bir dikenin duâsını güle çeviren Rabbim, bizim en kötü anımızı, en fecî hâlimizi bile dilerse en güzel bir şekle çeviremez mi? Hem de bir anda.

Şimdi aynalara bakma vaktidir. Aynalarda kendimizi keşfetme vaktidir. Kendi yüzüne ve yüreğine bakabilme cesaretini gösterenlerin, gönül muradına erme vaktidir.

Ne güzel diyor Necip Fazıl Kısakürek:

“Yön yön sarılmışım ne yana baksam;

Sarılan olur da, saran olmaz mı?

Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam;

Geçip de aynaya soran olmaz mı?”…

Kudretin aynaları çok. İnsan küçük, dünya büyük bir ayna. Her birindeki tecelli bir başka.

“Hem, birbiri arkasından daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envarını gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.” (Sözler, sayfa 204.)

Evet aynalar konuşuyor, neler söylüyor neler… “Sen kendini bile sevmezken, seni seven bir Rabbin var.” diyor. “Öyleyse aynalardaki suretinin, eskiyen bedeninin şekline üzülme, geç kalmış sayılmazsın bu ticarette. Alış verişini yapmak için yine bir fırsat, yine bir çare var. Emaneti sahibine sat.” diyor…

“Halik-ü Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor, cennet gibi büyük bir fiyat verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. Kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâki hem mükemmel bir surette verecektir.” … (Sözler, sayfa 213)

Ve aynalar son olarak şunu da söylemeden geçmiyor:

“Şimdi, hayatımın saadet içindeki kemâli ise senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak O’na şevk göstermektir, O’nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde, aks-i nurunu yerleştirmektir.” (Sözler, 11. Söz, sayfa 135)

Evet, aynalar konuşuyor. Geçip de aynaya bir soranımız var mı?

Ben kendimi bile sevmezken, beni seven bir Rabbim var. Şükür ki var. Ey nefsim! Bu şeref sana yetmez mi?!…

Selim Gündüzalp

www.yeniasya.com

 

“Biz hasreti sevdik, çileyi sevdik, gözyaşıyla fidan büyütmeyi sevdik. O’nun rızası için derdi sevdik, dertlenenleri sevdik.”…

Dostları Hatırlamak
 
Uzaklık mı?
O bizim için değil dost.
Biz ‘yürek devleti’yiz ötelere uzanan…
Açarız avucumuzu,
Dostlarla o dem yürek yüreğe konuşuruz…
Gözyaşımız vardır bizi ayakta tutan;
Bir de gönül selâmımız…
Dost için geceleri tatlı uykumuzu böleriz,
Dost için secdeye kapanır dua ederiz.
Dostun muhabbetiyle gelir Hak selâmı,
Bize en güzel hediye dost kelâmı.

Nice güzellikleri paylaştık dostlarla. Nice değerin ve derinliğin farkına beraber vardık. Ömrümüzün en güzel, en taze, en saf yıllarında; insan olmanın güzelliklerini aynı pınardan yudumladık. Anamızdan atamızdan ilk ayrıldığımız zamanlarda gurbetteki garipliğimizi dostlarımızın yanında hafiflettik. Aynı evi, aynı odayı paylaşırken ‘ben’lik canavarından kurtulup; ‘biz’ olmanın ne kadar tatlı olduğunu birlikte idrak ettik. Bugünün dünyasını kasıp kavuran; insanlığın özünü çürüten ‘yalnızlık’ hastalığından aynı mekânlarda aldığımız terbiyeyle kurtulduk. Hak armağanı ulvi hakikatleri, birlikte solukladık Üzüldüğümüzde beraber ağladık, sevindiğimizde beraber güldük. Ne kadar farklı yaratılmış olsak da, yitirilmiş cenneti yeniden kazanma yolunda aynı rüyayı gördük. Neler yaşamadık ki dostlarla… Biz onlarla, bedenimizle değil, yüreklerimizle aynı yolu yürüdük.

Bütün bu güzelliklerin kıymetini ise yıllar sonra ayrı düştüğümüzde fark ettik

Zaman rüzgâr oldu, yaprak gibi dört bir yana savurdu hepimizi.

Kimimiz Anadolu’ya dağıldı; kimimiz dünyaya açıldı. Kimimiz, ani ve acı bir sürprizle ahiret yolculuğuna erken çıkarak hepimizi şaşırttı. Dünya bu ya, telaşı-kargaşası derken koşuşturmaya daldık. Birbirimizden haber bile alamaz olduk. "Kimimiz doğuda, kimimiz batıda, kimimiz kuzeyde, kimimiz güneyde, kimimiz ahirette, kimimiz dünyada olsak da yine birbirimizle beraberiz." dedik, hiç unutmadık birbirimizi, hiç ihanet etmedik paylaştığımız yüce hakikate…

Ne kadar günahkâr olsak, dünyanın tozuyla-toprağıyla ne kadar bozulsak da, bulansa da gönüllerimiz, hep aynı sızıları duyduk, aynı pişmanlıkları yaşadık. İsraf ettiğimiz, kaybettiğimiz güzellikler karşısında birbirimizin dualarına dayandık. Sadece o dualarla ayakta kalacağımızı biliyorduk. Gecelerini bölen has dostlarımızın duası dünyada güvencemiz, aksiyon pusulamız, ahiret sigortamız olarak iman gücümüzü artırdı. O dualar ki; gönülden gönüle köprüler kurdu. Gözlerimize fer, gönüllerimize ve ruhlarımıza aydınlık kattı, kapılar açtı.

Yollarda yalpaladığımız, sarsıldığımız oldu. Çok defa uçurumun kenarından tam gayyâya yuvarlanacakken dostlarımız tarafından kurtarıldık. Kaç defa büyük günahların eşiğinden dostların bize gösterdiği hüsn-ü zannın utancıyla sıyrıldık:

"Ya Rabbi rızanı kazanmak için dostlarla çıktığımız bu yolda bizleri utandırma. Bizleri kaybedenler olarak huzuruna alma. Samimi dostlarımızın duaları hürmetine, Sen’in gerçek dostların hürmetine, bizi nefsimizin tuzağına bırakma. Bizleri rızan dairesinde buluşanlardan eyle ."

Zaman zaman -insanlık hali işte- şeytana uyduk, birbirimizle kavga ettik, birbirimize öfkelendik, tenkit ve su-i zan hastalığına düştük .

Kavgamız gayemizle çatıştı: "Kardeşlerimden rica ederim ki; sıkıntı ve ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim." diyen Hak dostunun cümleleriyle kendimize geldik. Bu hakikatler karşısında, yaptıklarımızdan vicdanen rahatsızlık duyduk, uygun bir zaman ve zemini gözleyerek karşılıklı konuştuk, anlaştık. Uzlaşmanın verdiği hafiflikle eskisinden daha fazla kaynaştık. "Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin." satırlarını aynı toplulukta okuduk, hatamızın farkına vardık, pişman olduk. Hatadan dönmenin fazilet olduğunu öğrendik. Üç günlük dünyanın kavgaya değmeyeceğini anladık.

Dostumuzun çaresiz kaldığı zamanlarda -üzüldük belki ama- bunu ona gerektiği gibi belli edemedik. Çaresiz kaldığında hakiki mânâda onun derdiyle dertlenemedik. Efendimiz’in (sas), "Kişi kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz." hadîs-i şerifinin gösterdiği ufukta her zaman birleşemedik. Üç günlük dünyanın dostlarla paylaştıkça tatlanacağını, umutların dostlarla paylaştıkça artacağını, ayrı kaldığımızda anladık.

Rabb’imiz, vahdaniyet ve ehadiyet sırrına binaen hepimizi farklı yaratmıştı. Kimimiz yumuşak mizaçlıydı, kimimiz öfkeli… Kimimiz az konuşurdu, kimimiz çok. Kimimiz karamsardı, kimimiz mütevekkil… Kimimiz en küçük bir olumsuzluğa tahammül edemezdi; kimimiz sabırlı… Kimimiz gayemiz için konuşmayı, koşturmayı severdi; kimimiz sessiz sessiz inlemeyi ve fazla ibadet etmeyi…

Allah bizi öyle güzel bir yerde birleştirdi ki; birbirimize bakarak eksiklerimizi tamamladık. Çünkü biz bir vücudun âzâları gibiydik. Varılacak menzil aynıydı; ama bu dergahta hepimizin yeri, vazifesi ayrı ayrıydı. Çarkın bozuk işlememesi, aramızdaki mutabakata (uyuma), karşılıklı anlaşmaya bağlıydı.

Parolamız muhabbet ve uyumdu, husumetle ve düşmanlıkla kaybedecek vaktimiz yoktu. Hâlık’ımız birdi bizim, Mâlik’imiz, Râzık’ımız, Mâbud’umuz bir, bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, yüze kadar, bir, bir.. memleketimiz bir, vatanımız bir…

Zaman zaman, birbirimizi çok ihmal ettik.

İş-güç, çoluk-çocuk derken dostlarımıza hak ettiği değeri veremedik. Zaman oldu kendimizi dünyanın telâşına, kargaşasına, meşgalesine kaptırdık. Aramızdaki muhabbeti artıracak Hak selâmını bile dostumuzdan esirgedik. Nice bayram, nice özel gece geldi geçti, onları aramadık. Bir yerlerde karşılaştığımızda ise "İnan ki hep aklımdaydın; ama bir türlü arayamadım. Bu aralar o kadar yoğunum ki, işten güçten başımı alamıyorum. İlk fırsatta arayacağım." benzeri cümleleri kurarken utancımızdan yerin dibine geçtik, aslında söylediklerimize kendimiz bile inanmadık. Oysa sevdiklerimiz bize bir telefon, bir bilgisayar tuşu kadar yakındı. Çay-televizyon başında hesapsız şekilde israf ettiğimiz onca zaman diliminin yanında, programımıza haftada bir, can dostumuzu aramayı ekleseydik -ki bu bizim en fazla beş dakikamızı alırdı- ne kaybederdik. Veya vazifesi başında ahirete göçen bir kardeşimizin kabrine ziyarete gitsek; ailesinin, çoluk-çocuğunun hatırını gönlünü alsak, varsa ciğeri yanık anasının babasının duasından istifade etseydik, hayatımızdan bir şey mi eksilirdi?! Veya yoğunluğundan yakındığımız işlerimiz ters mi giderdi?! Şöyle bir düşünsek, etrafımıza baksak; değişik sebeplerle şimdi bizimle olmayan, hasta olan, sakat kalan, küskün-kırgın olan arkadaşlarımızın üzerimizde hiç mi hakkı-hukuku yok?! Bir gün kader aynı şekilde bizim de kapımızı çalabilir. Bizim aslî gayemiz, "insanlığı insanlığından haberdâr etmek, insanlığın özündeki değerleri iman hakikatleri ışığında ortaya çıkarmak, insanlığın kırık gönlünü tamir etmek, nerede bir mahzun gönül varsa el uzatmak"sa, bu, bugünkü halimizle tezat oluşturmuyor mu?!

Şunu asla unutmamalıyız: Biz birbirimizden çok şey öğrendik. Şükür bizi Yaratan’a ki -dostlarımız vesilesiyle- bize, kendine ulaşacak yolun ehemmiyetini ve o yolda yolcu olmanın inceliklerini öğretti.

Biz birbirimizden çok şey öğrendik.

Hasılı, birbirimizden öğrendiklerimizle hayata karşı koymayı, bizi bırakıp giden yalancı sevgiler, sevgililer karşısında Hakk’ın yıkılmayan duvarına dayanmayı öğrendik…

Belki açık açık ifade etmedik; ama bizler her şeye rağmen birbirimizi çok ama çok sevdik.

"Biz hasreti sevdik, çileyi sevdik, gözyaşıyla fidan büyütmeyi sevdik. O’nun rızası için derdi sevdik, dertlenenleri sevdik."

Tek başımıza zayıftık belki ama, birlikte güçlü olmayı, fırtınalara karşı koymayı öğrendik.

Dağlar gibi birbirimize yaslandık, omuz omuza dayandık. ‘Bir’dik, uzlaştık, anlaştık, yan yana geldik ve ‘yüz on bir’ olduk. Yarınlar için hep beraber zirveye diktik gözümüzü. Bu uğurda bin defa yenilsek de, düşsek de ayakta olanın elinden tuttuk, birbirimizin desteğiyle ayağa kalktık ve her defasında yeniden başladık.

Dost bizim için her zaman ayar düğmesi oldu. Çünkü o bizim için acısıyla tatlısıyla Hakk’a giden yolda, Allah emanetiydi.

Uzaklık mı?..

O bizim için değil dost!

Biz ‘yürek devleti’yiz ötelere uzanan…

Açarız avucumuzu.

Dostlarla o dem yürek yüreğe konuşuruz…

Gözyaşımız vardır bizi ayakta tutan; bir de gönül selâmımız…

"Gözümüzden gözyaşını, gönlümüzden selâmını, dilimizden birbirimize ettiğimiz duayı alma Ya Rabbi. Hiçbir zaman bizi birbirimizle imtihan etme. Aramızda uhuvvet ve muhabbetini artır. Kalbimizi su-i zandan, ağzımızı gıybetten, nazarımızı tenkitten arındır. Canımızı birer ‘uyum kahramanı’ olarak al. Bizi sahabe kardeşliği gibi bir kardeşlikle şereflendir. Birlikten beraberlikten doğacak rahmet ve feyzinden mahrum kalmaktan Sana sığınırız. Bizleri cennetin en yüksek tepesinde dostlarımızla ve Sen’in has dostlarınla beraber, Habib’inin (sas) yanında haşreyle (amin)…"

 
Nurgül ÖZCAN

Kuleler çöktüğünde de ilk akla gelen O’ydu. Bizi ancak O korurdu. Eller O’na açıldı. Çığlığımız O’naydı: ‘Acı bize, gör halimizi!’…

…..Kuleler ve kaleler yıkıldığında…
…..Toz duman içinde, çığlık çığlığa…
…..Nereye?!…

"Me/deniyete" koşuyorduk… Hızlıydık…İşimiz vardı! Ama "çığlık" atmayı öğretmemişlerdi bize! Öyle "bilge" öyle "ivedi" çığlıklar attık ki…

Kuleler ve kaleler çöktüğünde…
Şaşkınlık sokaklardan dünyaya, evlerimize yayıldığında…
Her şeyin madde olmadığı anlaşıldığında…
Hiçbir şeyin gördüğümüz gibi olmadığı ayan beyan ortaya çıktığında…

Binler… "birden" ölebiliyor/muş!
Hastaneler… yaralılarla dolabiliyormuş!
Paramız… bitebiliyormuş birden!

(Demek bitmeyen Biri varmış.)

Çığlıkların yönü, "O’na koşuş"tu aslında. İmdat sesleri, sirenler kimden kimeydi? Kim duyardı nefesimizi, çığlıklarımızı? Her şeye rağmen O’na koşmayacak mıydık? Koştuk da…

Kuleler çöker, kaleler fethedilir, paralar biter, canlar yere serilirdi. Böyle mi olmalıydı? Bilemem! Daha başka şeyler olabilirdi de böyle mi olmuştu? Onu da bilemem!

Kuleler çöktüğünde de ilk akla gelen O’ydu. Bizi ancak O korurdu. Eller O’na açıldı. Çığlığımız O’naydı: ‘Acı bize, gör halimizi!’

(Duamızla önem kazanıyorduk.)

Dünyanın, paranın, maddenin ‘kalbiymiş’ yıkılan, öyle söylüyorlar.
Yunus Emre, ‘Neyi seviyorsan, imanın odur.’ diyor.

(Sınanıyoruz!)

‘Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem.’ diyor Akif.
Ömer, ‘Kenar-ı Dicle’de bir kurt kuzuyu kapsa, Ömer’den sorulur.’ diyor.
Hak, haklının mı; hak, güçlünün mü? Şu, karıncanın; şu, yetimin hakkı; verile! Güçsüz de olsa, hak o güçsüze verile! Yoksa yiyemezsin zaten. Firavun gibi, Nemrut gibi olursun. Haddini bileceksin. Para da yıkılırmış bir gün. Bunu da gördün. Firavun’un sarayını karınca yıkmamış mıydı? Yıkılan bir kulübenin tozu dumanı ile, kulelerin tozu dumanı arasında fark olur muydu?

Bütün gözyaşları aynıdır aslında.
Bir gül, dalını terk ettiğinde…
Bir kuş yavrusunu kaybettiğinde…
Filistin’de, Çeçenistan’da çocuklar öldürüldüğünde…
Kuleler ateşe verildiğinde…
Bir deprem sonrası her şey ortaya çıktığında… dökülen gözyaşları aynıdır.


Bütün anneler babalar aynıdır aslında. Bütün annelerin gözyaşları aynıdır. Bir anne bütün çocukların annesidir de. Bir baba bütün çocukların karnı tok, sırtı pek olsun ister. Acı çığlıklar… kimi güldürür, insan olan kimi?

(Mazlumun ahı arşa çıkar, şahı koltuğundan eder.)

Ama kuleler yıkılırsa bir gün; bil ki yıkılmayan Bir’i olduğundandır. Gelenler gidiyorsa… gitmeyen Bir’i vardır.

Bir de, içimizde kaç yüz katlı kuleler inşa etmişiz. Acizliğimizi unutmak adına mı diktik bu kuleleri içimize!

(Gurur kuleleri, piramitleri… önce ruha, sonra toprağa dikilirmiş.)

Kuleler, kaleler, apartmanlar yapıyoruz da… Her seferinde üzerlerine şunu yazmayı unutuyoruz: "Fanidir!" Bu etiketi koyalım ki… depremde, yangında, selde uçup gittiğinde, ‘Zaten faniydi!’ diyebilelim.


Mezar taşlarında ‘Hüvel Baki’ yazısını okumuşsunuzdur. Hüvel Baki, sonsuz olan, O’dur. O, sonsuzdur. Yıkılmayan, bükülmeyen, ölmeyen O’dur. Yuhyi ve Yumit, diriltir ve öldürür; öldürür ve diriltir.

Kuleler çöker, kaleler fetholur, yollar kapanır, paralar biter, çığlıklar sonsuzluğa yükselir. İnsan, ‘Ne oluyoruz?’ der.

Kuleler yıkılmasa, hastalıklar olmasa, ölüm kapımızı çalmasa, her şeyin üstesinden gelsek… Niçin peki? Onu unutalım diye mi?!

(Her şey yıkılıyorsa… yıkılmayan Bir’ine doğru çığlık çığlığa koşmak için. Çığlık çığlığa…)

(İçindeki kuleleri yık ve çığlık çığlığa O’na koş.)

Ali Hakkoymaz

 

Doğan her gün dua ile doğar, âminle biter… Duayla doğmak isteyen seheri seyretsin; zikirle coşsun, şükürle doysun… Doyumsuz güzelliklerle dolu seher, sonsuzluk şarkısını söylüyor zira…

Sonsuzlukla doğmak

Kuşlar uçuyor başımın üstünde, kulaklarım cıvıltılarıyla dolu… Her biri ayrı bir beste seslendiriyor sabahın seherinde… Turnalar yüksekten gruplar halinde uçuyor; nerden gelirler nereye giderler her sabah…

Serçeler sabah şarkıları söylüyor hızlı ve kıvrımlı uçuşlarıyla… Uzak ağaçlardan yükselen seslerin renkleri yaprak yaprak yayılıyor… Yerin yeşilliğiyle göğün maviliğinin buluşmasını seyir, aydan yıldızlardan ayrılığın acısını dindiriyor…

Güneş, dirilişi dillendiriyor ışıktan sesiyle… Gafleti yırtan gürültüsüzlüğüyle gündüz sayfasını açıyor… Seher serinliğinde bereket kapıları aralanıyor; kuşların şen şarkılarıyla…

Ağaçlar tevekkülle bekliyorlar bereketi… Yapraktan elleriyle kucaklıyorlar yağan seher bereketini… Kök saldıkları tevekkül derinliği rızkı ayaklarına getiriyor…

Kavak yelleriyle keyifleniyor söğütler… Sessizliği siliyor misafir ettikleri kuşlar, kuşkanatlı yapraklar söylüyor seher senfonisini… Sevgi serinliği sarıyor seyreden sinelere… Sineklerin sivrisi sakince uyarıyor ve ayrılıyor dikkatleri toplayarak…

Artık bülbüller ötmüyor, güller uzak pencerelerde kaldı… Zaman savurdu yapraklarını, yeni ilkbaharlara doğru… Vuslat akıyor ayrılık derelerinden… Aşklar tazelenecek sonbaharın sonunda…

Mavi beyaz bulutlardan umut yağıyor, gündüzün göğsüne… Rüzgâr uzaklara savuruyor mahmurluğu… Mahur beste çalmaya başlıyor gün ışıklarıyla… Gönülde doğan ışık gözlerden gönüllere yansıyor…

Toprak yağmur gözlerle bakıyor göğe… Tozlu yollar, sisli yılları ıslayabilmek için… Dua dua diye çatlıyor nasır tutan dudakları… Sıcak sancılardan serin seherlere uzanıyor dua yağmurları… Beliren bulutlar müjde gözlerle bakılıyor, bayıltan bezginlikte…

Doyum olmuyor günün doğuşunun dillendirdiğini dinlemenin, seyrettirdiğini seyretmenin… Işıkların, seslerin, renklerin bahçesinde müjdelerle dirilmek dinginlik veriyor… Taze dirilişe şahitlik etmek sonsuzluk hisleri uyandırıyor içte…

Sonsuzluk söylüyor seher senfonisi, kuşlar yapraklar sonsuzluk raksı ediyor… Doğan gün sonsuzluk duasıyla doğuyor… Ümit yağıyor göğün göğsünden toprağın kalbine; keder tozlarını silerek, elem sislerini savurarak…

Ağaçlar ayrılıktan ağlamıyor bekaya bakıyor, dökülen yapraklar kederden değil kemal duasından…

Kuşlar sonsuzluk sarhoşu olmuş yerinde duramıyor, yelle yarışıyor, rüzgâra karışıyor kanatları… Serçelerin deli saçması, turnaların yüksekten ve ağır uçuşu bundan; bitmeyen bir güzellik arayışı…

Dinmeyen istek, durmayan dua ister… Seherin serinleten bereketi, dua ellerin açıklığından; şükür zikri varlık cezbesinden, istek sonsuzluğundan, sonsuzluk isteğinden…

Doğan her gün dua ile doğar, âminle biter… Duayla doğmak isteyen seheri seyretsin; zikirle coşsun, şükürle doysun… Doyumsuz güzelliklerle dolu seher, sonsuzluk şarkısını söylüyor zira.

Hüseyin EREN

 

Elli senelik bir mânevî ibadet ömrünü ehl-i imana kazandırabilen Leyle-i Berat’ınızı rûh u canımızla tebrik ederiz…

Kalk hadi, vefalı ol. Seni seveni, seni bir damla sudan halk edeni, bekletme. Çağrılısın huzuruna, kıymetini bil bu dâvetin…

Evet, yeni bir sabaha…
 

Ardından ”Bismillah” aydınlığa… Işığa…

Gece bir Kâbe örtüsüdür siyah, kaplar bütün mevcudatın üstünü şefkatle…

Geceler konuşur… Kalbi ve kulağı olana, duyana konuşur.

Sen hangi gecelerde saklısında bu sesi duymuyorsun? Nerdesin? Hangi perdelerin ardındasın?

Bak, bir yıldız aktı az önce yine görmedin. “Yıldızlar, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri.”

Yine bilmedin, niye bilemedin?

Neden?

Sen niçin buradasın?

Neden bu dünyadasın?

Sen nerdesin?

Her şey, herkes görevinin başında, sen niye yoksun?

Niye kaçıyorsun?

Yönün, yanın nereye çevrili?

Hâla bedenine değer veriyorsun, üstüne titriyorsun, ama ruhun üşüyor farkında mısın?

Ceplerini değil ruhunu bir yokla, çaldırmış olmayasın…

Her yer boş kafeslerle dolu, ruh kuşları uçmuşta gitmiş kimsenin haberi yok.

Ruhsuz bedenler dolaşıyor orta yerde. Elinde kuşsuz bir kafes, ne yapacaksın onu?

Hâlâ bedenin emrindesin. Ruhun sesine ne zaman kulak vereceksin?

Geceler kara değildir. Kararların anıdır, geçişlerin odağıdır. Her an kendi hakkını ister.

Bizi uyandırır. Geceler uyumak için değil, uyanmak içindir.

Geceler konuşur, kalbi ölmemiş ruhu sönmemiş olanlarla.

Geceler söylenmeyen sırlar gibidir. Sırlar denizidir, uyanmamızı bekler konuşmak için…

Gökyüzü bahçesinin ışıktan yollarını gör artık.

Tadına doyamayacaksın bu şehrayin. O gözle bir bak hele. Kaçırdığın güzelliklere bin pişman olacaksın.

Biri çıkıp sormadan o zor soruyu: “Bana ay’ı, yıldızları anlat, gökyüzünü geceyi, siyahı anlat” derse bir gün, ne cevap vereceksin.

Susuyorsun, susmakta bir konuşmaktır biliyorsun. Hazırla kendini, sorulacak o zor sorulara. Gece, bir kabirdir… Herkesin aydınlığı inancı kadardır.

Gece bir Kâbe örtüsüdür siyah. Bütün renklerin ve beyazın anası siyah.

Gece uyarma anıdır, uyarılma anıdır ve uyanış zamanıdır. “Geceleyin ve yıldızlar kaybolurken de O’nu tesbih et.” (et-Tûr, 49)

Dillerin tutulduğu, özürlerin geçersiz kaldığı günler gelmeden önce, geceler bir fırsattır. Gündüz, kalabalıklar içinde hoyratça harcadığın zamanın kime ait olduğunu düşünmek vaktidir, muhasebe anıdır geceler. Getir bakalım ömür defterini, çevir bakalım gün gün, saniye saniye yazdığın sayfalarını, denmeden önce, uyuma değil uyanma vaktidir geceler.

Bak bir yıldız aktı, akıp giden senin ömrün. Gözlerinin önünden geçip, giden senin hayatın. Hangi suya, hangi aynaya baksan aynı gerçeği göreceksin. Geçip giden her an, senin hayatından.

….

Serin kumlara uzanıp bir yatsı vakti; “Allah” demeli diller…

Gece dalgalı bir deniz. Gökyüzü sanki yeryüzüne inmiş zannedersiniz. Ve köpük köpük içmek istersiniz bir yudumda. Kelimeler bir duâ olur dökülür dilimizden ve şarkılardan kurtaramazsınız yakanızı; “Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey / Yıldızların altında ibadet ne güzel şey”…

Yeni bir günün doğumu için her şey. Her hazırlık onun için. Eski bir gün gidiyor, ümitlerle dolu yeni bir gün geliyor. Gecenin, yani karanlığın ta içinden. Gecenin içinde oluyor bütün bunlar.

Geceler uyumamızı değil, uyanmamızı bekliyor.

Haydi, toparlan, bir vazifen var. Sana Hayatı Verene karşı, sonsuz bir borcun var.

Kalk hadi, vefalı ol. Seni seveni, seni bir damla sudan halk edeni, bekletme. Çağrılısın huzuruna, kıymetini bil bu dâvetin.

Sen ve Rabbin birde melekler var şahidi bu gecenin. Kalk hadi, bin yıllık uykudan kalkar gibi. Ağırdır bu uykular, ağırdır bu yataklar, davran vakit varken, aç gözünü, yıldızlar seni bekliyor. Kâinat korusu şefini bekliyor. Senin bir kerecik olsun “Allah” demeni, eğilmeni, yüzünü secdelere sürmeni bekliyor.

Hiç bir ses, senin sesin kadar güzel değil bu kâinatta. Hiçbir müzik aleti, hiçbir varlığın sesi, hiçbir ses insan sesinin anlatma gücüne sahip değil. Sen öyle ulvî bir sesin ve nefesin sahibisin.

Kalk hadi, nazlanma, sahibin Efendin bekliyor.

Kurtul nefsin esaretinden, şeytana kölelikten, kurtul gecenin bu vaktinde.

Ümit, açık denizlerin ve o karanlık gecelerin uyumayan gözleridir. Feneridir açıklarda seyreden ruhların. Her şey yerli yerinde bir sen yoksun burada, bu koroda.

Nerdesin? Yıldızlar seni soruyor.

Denizler, dalgalar ve melekler seni soruyor. Nerdesin?

Seslerine ses vermeni bekliyorlar.

Yıldızlar konuşuyor:

”Bizler boşlukta duruyor değiliz, Allahın tayin ettiği yerdeyiz. Nerde bizim kumandanımız. Nerde hâlimizden ibadetimizden anlayanımız? “

Soruyor yıldızlar nerdesin?

Yarınlara ışık, yarınlara ümit dolu aydınlık, hep gecelerde saklı.

….

Yeniden bir uyanışa sabahla beraber var mısın?

Yeni bir sabaha kurmalı saatleri.

Hazır mısın?

Uyanışa geceden başlamalısın. Geceler uyanmak içindir.

Gece bir Kâbe örtüsüdür. Üşüyen ruhumuzu örtüp saralım. Gecenin rengine boyanalım. Geceler ihmale gelmez. Geceleri unutmayalım.

Bir kuyruklu yıldızın aydınlığı deymeli yüreğimize. O yürek derinden ‘Allah’ demeli.

Her zaman olduğu gibi, Allahı anmak o aşkla yananlara vergi. Allah’la olmak, Allah’la yaşamak o ruhlara has. O ruhlardan biri, niye sen olmayasın?

Niye biz olmayalım? Yeter ki uyanmayı isteyelim.

Geceyi bir Kâbe örtüsü bil. Yapış o mübarek örtünün eteğine. Gücünü tazele tövbelerle. Gözyaşıyla abdest almanın vaktidir. Bil ki, geceler altından kıymetlidir.

Duyuyor musun gecenin sesini, Ağustos böceklerinin zikrini, tek falso ses yok. Nasıl bir uyum, nasıl bir ahenk bu?

Hâlâ uykularda mısın, kör kuyularda mısın?

Hâlâ düşünmeyecek misin?

Can dedikleri can, içre can, hanisin, nicesin, nerdesin?

Bir kere verildi, bir daha verilmeyecek bu fırsat. Bu gece karar anıdır. Geceler doğuş ve uyanış zamanıdır.

Kalktın mı, uyandın mı? Çok şükür.

Tövbeler yakışıyor diline…

Pişmanlık yüreğini yakarken, gecelerin nurunda yıkanıp serinle.

Gör bak gecelerin içinde; ne günler, ne güneşler varmış…

“…Haydi, çevir gözünü: en küçük bir kusur görüyor musun? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir.” (Mülk Sûresi 3–4)

Allahım en güzel fermanla geldim kapına, gecelerin yüzü suyuna, gecelerin katına eriştim çok şükür.

Allahım bende, bu fakirde Mi’racın bir sırrına eriştim çok şükür.

Sonsuz selâm Habibine ( asm) hamd sana..

Geceler, aydınlık yarına gebeler.

Ve sabırlı bekleyişler.

Ay ışığı besliyor kanımızı, canımızı. Hasret; sana ya Rab, resulüne, kitabına ve o resulün ashabına. Hasret ki, sınırları zorluyor. Saatin tiktakları duyuluyor. Kalbimin sesini duyuyorum, o sesi dinliyorum. ‘Allah Allah’ diyen zikrini.

Hayret! Geceler uyanışın vaktiymiş meğer.

Keşkelerin toplanıp ‘eyvah’ olmadan uyanmak ne güzel. Birazdan hasadı başlayacak beyazın. Aydınlığın, o nuranî ışığın. Usulca geç gecenin kenarından; ağaran sabahı, o bembeyaz günü izle. Gün doğmuyor. Senin günün doğuyor. Hayata yeniden başlayacağın günün doğuyor. En karanlık geceden, en aydınlık bir sabah doğuyor.

Mu’cizemi arıyorsun? Gözler önünde, ölü ruhlar nasıl diriliyor gör işte. Ölü ruhlar dirilirde ölü bedenler dirilmez mi?

Bak yıldızlar, günü karşılayan ve rahmeti alkışlayan kuşlar o küçük ağızlar, son bir şey daha söyleyecekler:

“Remzen onlar derler: “Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz: / Şefkatle perverdeyiz, hâlimizden memnunuz. / Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer avaz-ı pür-naz / güya kâinat ulvî bir musikîdir / iman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri…’’

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allaha ısmarladık. Gel, beraber bir duâ ederiz, sonrada buluşmak üzere ayrılırız…

“Allahümme ihdinassırâtal mustakîm.” Âmin.

( Sözler Shf 744–745 Bediüzzaman Said Nursî).

Sevgili kardeşlerim bin bir rahmetle kuşatılan gün ve geceniz mübarek olsun.

Duâlarınızı bekleyerek İnşallah…Selim Gündüzalp