Hatırladın mı,neydi vefa?

 
 

Vefa bir sevda,vefa bir dost tesellisi…
Vefa,hicran içindeki gönle merhem,çöldeki son yeşile ab-ı hayat…
Vefa,ızdırap yangınına düşen rahmet..
Mecnun misali Leyla’dan geçip Mevla’ya hicret…
Hatırlar mısın,neydi vefa?

Ezelde verilen söze,Haşr’e kadar sadakat miydi?
Karasevdalı birinin,kar ve boranın kucağında yüreğiyle ısıttığı bir kardelen mi?
Kupkuru çölleri cennete çeviren Gül’e sevdalı olmak mı?
Dikenlerin batmasına aldırmadan,güle vuslat arzusuyla kanayan bülbül bilir vefayı.
Nuruna hasret olduğu Mübarek Yüz’e bir zarar gelmesin diye bütün hünerimi ortaya koyan mağaradaki örümcek bilir vefayı.
Vuslat kokulu uykusuz gecelerde Yar arzusunun adıdır vefa.
Sevda bülbülünün kanı damlayınca karanlık bir geceye,

vefa nağme kesilip çınlar seherler boyunca
.Belki de bir daha açılmayacak olan dost kapısını terk etmeyişin sırrına ermektir vefa…
Vefasız gülüşler serpildi kanayan yaralara…

Vefanın bahtına vuslat yerine gurbetler düştü.
Beklentisiz sevmeler maziye karıştı,yapılanlar karşılık bekliyor artık.
Yıldızların sızısı her gece biraz daha artıyor Samanyolu’nda.
şimdi geceler vefasızlıkla bölünmede…
Ayın on dördünde sema,şimdilerin vefasız dostlarına nazar edip ağlamakta.
Hatırladın mı,neydi vefa?
Vefa, bahta düşen cefa da olsa,safa libası giymektir…
La Edri

Dost dediğin…

 

Dost dediğin
Kimi zaman boşluğa düşer insan…
Karambol dedir karamsar olur…
Kimi zaman hiç olmadığından daha çok yalnızlık duyar için için…
‘Yuvasından düşen kuş gibi ‘ ne yapacağını bilemez.
Ve terk eder kendini atar kader rüzgârlarının meçhule giden kollarına…
Oysa hayat tesadüfler okyanusudur.
Hangi ırmağın hangi denize ve hangi denizin seni bu okyanusun hangi
köşesine taşıyacağı bilinmez.
Bir bakarsın ki tam dünyanın tüm yükü omuzlarında sandığın bir anda biri
çıka gelir…
Duyguların değişir o anda yaşama nasıl bakacağını şaşırırsın…
Ve O hayatının bir köşesine oturup o okyanusta seninle birlikte akmaya
başlar…
Ne yana baksan oradadır. Ağladığında, güldüğünde, efkârlandığında,
öfkelendiğinde, hep yanındadır.
Yorulduğunda yaslanacak omuz olur sana çoğu zaman.
Her şeyine katlanır.
Kaprislerine, bağırış çağırışlarına aldırmaz. Ayağın gözün kulağın olur
yeri geldiğinde…
Aşktan acıdan. Mutluluktan, hastalıktan uyuyamadığın gecelerde yastığındır.
Bir kumsalda oturup yıldızları sayarken, denize her taş attığında o
vardır yakamoz pırıltılarında…
Bir deniz feneri gibi zifiri karanlık ve fırtınalı havalarda sığınacağın
limanın habercisidir senin için artık bir sevgili, bir kardeş, bir bacı,
bir ana ve baba gibidir…
Ve sen farkına varmadan, tarifi imkânsız bir tutkuyla bağlanırsın Ona
öylesine ki bir gün pılını pırtını toplayıp gitmek istesen bilirsin ki
ardına düşmüştür, peşindedir.
Gün gelir kendine bile söylemekten korktuğun sırlarını anlatırsın ona
seni bir bulmaca gibi saatlerce sıkılmadan çözebilir. Günler sürse de
dinler seni…
Seninle güler seninle ağlar…
Geçmiş acılarını paylaşır hayallerine ortak olur…
Ve bilirsin, saçını tararken ne yaptığını, buzdolabının kapağını nasıl
kapatacağını…
Ve onun özelinde, kimseyi kırmayı düşünemezsin. Buna elin de dilinde
varmaz. Sonuçta, kendine gelmeye, kendin olamaya başlarsın…
Coşku ve heyecanla dolar için…
Aşılması güç, sarp ve yalçın kayaları bir solukta geçebileceğin özgüveni
duyarsın… Gözlerinde bir pırıltı bir mutluluk vardır. Mavi daha güzel.
Beyaz Daha masum ve kırmızı daha alımlıdır senin için…
O da seninleyken umutludur…
Yanılmazsın söz verdi mi geleceğini bilirsin. Sabah kalktığında ilk ne
yapacağını öğrenmişsindir. Vazgeçilmesi zor bir alışkanlık olmuştur
senin için artık…
Sigaradaki duman gibi.
Okumak gibi, su içmek yemek yemek gibi…
Her gün halının altına koyduğun anahtar gibi…
Dosttur Onun adı…
Dostluk sana sunduğu…
Ve sen istesen de silemezsin onu…
Kopamaz, terk edemezsin…
Çünkü bir oya gibi işlemiştir çiğlerinin en ücra köşesine kadar,
alışkanlığın olmuştur.
Ne mutlu böyle bir DOST bulana…
La Edri
 
 

Vakti vardır…

Vakti vardır…
Ve can çeker.
Ama berrak ve demli bir çaydan daha iyi olan şey, o çaya sohbet katan, lezzet katan dostlardır.
Çay da, dost da, teselli makamında bir talihtir.
Yalnızlığa hüzün taşır çay…
Sohbete muhabbet…
…..
Hayatın neresinde, ne şekil ve görüntüde olursak olalım; mesele şudur:
Bir bardak demli çayın yanında ne kıymetimiz var?
Hangi dostun bir bardak demli çayı için “hasretin adı” ve “katma değer”iyiz?
…..
Vakti vardır..
Ve can çeker.
Can, çayı bahane edip dost ister.
Profesör istemez, genel müdür hiç istemez…
Makam ve mevki…
Ve dahi şan ve şöhret…
Ve dahi mal ve mülk sahibi istemez.
Aradığı insandır.
“İnsan” sıfatının yanında, som altına şekil katmak için sokuşturulmuş bakır kadar ehemmiyeti olmayan unvanları hesaba katmaz…
Ve can, insan çeker.
Bir bardak demli çayın her yudumunu, ab-ı hayata dönüştüren insan!
…..
Bir daha mesele şudur:
Canımız kimi çeker ve kimin canı bizi çeker?
Ve neden?
…..
Hayattan aldığımız ve hayata kattığımız can sıkıntılarının çoğunun sebebi, maalesef değersiz şeylerden ibarettir.
Ne bu dünyadan çekip giderken bizimle birlikte gelirler.
Ne sonrası için işe yararlar.
Üstelik, bir bardak demli çayın yanında bile, sahibini “beş kuruş” sahiplenmezler
…..
Su kaynar…
Aşk ateşinde…
Bir tutam çay yaprağıyla karışmak, vuslattır.
Bu sıcaklığa…
Bu buhara ram olur ve yayılır duygular.
Sonra aşkın rengidir ve demidir görünen.
Ve aşkın rayihası.
…..
Söyleyin şimdi:
Can kimi çeker?
Kimin canı bizi çeker?
Bu şiire kim bir mısra katar gönlünden?
Sohbeti kim demler?

Murat BAŞARAN

“Biz hasreti sevdik, çileyi sevdik, gözyaşıyla fidan büyütmeyi sevdik. O’nun rızası için derdi sevdik, dertlenenleri sevdik.”…

Dostları Hatırlamak
 
Uzaklık mı?
O bizim için değil dost.
Biz ‘yürek devleti’yiz ötelere uzanan…
Açarız avucumuzu,
Dostlarla o dem yürek yüreğe konuşuruz…
Gözyaşımız vardır bizi ayakta tutan;
Bir de gönül selâmımız…
Dost için geceleri tatlı uykumuzu böleriz,
Dost için secdeye kapanır dua ederiz.
Dostun muhabbetiyle gelir Hak selâmı,
Bize en güzel hediye dost kelâmı.

Nice güzellikleri paylaştık dostlarla. Nice değerin ve derinliğin farkına beraber vardık. Ömrümüzün en güzel, en taze, en saf yıllarında; insan olmanın güzelliklerini aynı pınardan yudumladık. Anamızdan atamızdan ilk ayrıldığımız zamanlarda gurbetteki garipliğimizi dostlarımızın yanında hafiflettik. Aynı evi, aynı odayı paylaşırken ‘ben’lik canavarından kurtulup; ‘biz’ olmanın ne kadar tatlı olduğunu birlikte idrak ettik. Bugünün dünyasını kasıp kavuran; insanlığın özünü çürüten ‘yalnızlık’ hastalığından aynı mekânlarda aldığımız terbiyeyle kurtulduk. Hak armağanı ulvi hakikatleri, birlikte solukladık Üzüldüğümüzde beraber ağladık, sevindiğimizde beraber güldük. Ne kadar farklı yaratılmış olsak da, yitirilmiş cenneti yeniden kazanma yolunda aynı rüyayı gördük. Neler yaşamadık ki dostlarla… Biz onlarla, bedenimizle değil, yüreklerimizle aynı yolu yürüdük.

Bütün bu güzelliklerin kıymetini ise yıllar sonra ayrı düştüğümüzde fark ettik

Zaman rüzgâr oldu, yaprak gibi dört bir yana savurdu hepimizi.

Kimimiz Anadolu’ya dağıldı; kimimiz dünyaya açıldı. Kimimiz, ani ve acı bir sürprizle ahiret yolculuğuna erken çıkarak hepimizi şaşırttı. Dünya bu ya, telaşı-kargaşası derken koşuşturmaya daldık. Birbirimizden haber bile alamaz olduk. "Kimimiz doğuda, kimimiz batıda, kimimiz kuzeyde, kimimiz güneyde, kimimiz ahirette, kimimiz dünyada olsak da yine birbirimizle beraberiz." dedik, hiç unutmadık birbirimizi, hiç ihanet etmedik paylaştığımız yüce hakikate…

Ne kadar günahkâr olsak, dünyanın tozuyla-toprağıyla ne kadar bozulsak da, bulansa da gönüllerimiz, hep aynı sızıları duyduk, aynı pişmanlıkları yaşadık. İsraf ettiğimiz, kaybettiğimiz güzellikler karşısında birbirimizin dualarına dayandık. Sadece o dualarla ayakta kalacağımızı biliyorduk. Gecelerini bölen has dostlarımızın duası dünyada güvencemiz, aksiyon pusulamız, ahiret sigortamız olarak iman gücümüzü artırdı. O dualar ki; gönülden gönüle köprüler kurdu. Gözlerimize fer, gönüllerimize ve ruhlarımıza aydınlık kattı, kapılar açtı.

Yollarda yalpaladığımız, sarsıldığımız oldu. Çok defa uçurumun kenarından tam gayyâya yuvarlanacakken dostlarımız tarafından kurtarıldık. Kaç defa büyük günahların eşiğinden dostların bize gösterdiği hüsn-ü zannın utancıyla sıyrıldık:

"Ya Rabbi rızanı kazanmak için dostlarla çıktığımız bu yolda bizleri utandırma. Bizleri kaybedenler olarak huzuruna alma. Samimi dostlarımızın duaları hürmetine, Sen’in gerçek dostların hürmetine, bizi nefsimizin tuzağına bırakma. Bizleri rızan dairesinde buluşanlardan eyle ."

Zaman zaman -insanlık hali işte- şeytana uyduk, birbirimizle kavga ettik, birbirimize öfkelendik, tenkit ve su-i zan hastalığına düştük .

Kavgamız gayemizle çatıştı: "Kardeşlerimden rica ederim ki; sıkıntı ve ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim." diyen Hak dostunun cümleleriyle kendimize geldik. Bu hakikatler karşısında, yaptıklarımızdan vicdanen rahatsızlık duyduk, uygun bir zaman ve zemini gözleyerek karşılıklı konuştuk, anlaştık. Uzlaşmanın verdiği hafiflikle eskisinden daha fazla kaynaştık. "Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin." satırlarını aynı toplulukta okuduk, hatamızın farkına vardık, pişman olduk. Hatadan dönmenin fazilet olduğunu öğrendik. Üç günlük dünyanın kavgaya değmeyeceğini anladık.

Dostumuzun çaresiz kaldığı zamanlarda -üzüldük belki ama- bunu ona gerektiği gibi belli edemedik. Çaresiz kaldığında hakiki mânâda onun derdiyle dertlenemedik. Efendimiz’in (sas), "Kişi kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz." hadîs-i şerifinin gösterdiği ufukta her zaman birleşemedik. Üç günlük dünyanın dostlarla paylaştıkça tatlanacağını, umutların dostlarla paylaştıkça artacağını, ayrı kaldığımızda anladık.

Rabb’imiz, vahdaniyet ve ehadiyet sırrına binaen hepimizi farklı yaratmıştı. Kimimiz yumuşak mizaçlıydı, kimimiz öfkeli… Kimimiz az konuşurdu, kimimiz çok. Kimimiz karamsardı, kimimiz mütevekkil… Kimimiz en küçük bir olumsuzluğa tahammül edemezdi; kimimiz sabırlı… Kimimiz gayemiz için konuşmayı, koşturmayı severdi; kimimiz sessiz sessiz inlemeyi ve fazla ibadet etmeyi…

Allah bizi öyle güzel bir yerde birleştirdi ki; birbirimize bakarak eksiklerimizi tamamladık. Çünkü biz bir vücudun âzâları gibiydik. Varılacak menzil aynıydı; ama bu dergahta hepimizin yeri, vazifesi ayrı ayrıydı. Çarkın bozuk işlememesi, aramızdaki mutabakata (uyuma), karşılıklı anlaşmaya bağlıydı.

Parolamız muhabbet ve uyumdu, husumetle ve düşmanlıkla kaybedecek vaktimiz yoktu. Hâlık’ımız birdi bizim, Mâlik’imiz, Râzık’ımız, Mâbud’umuz bir, bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, yüze kadar, bir, bir.. memleketimiz bir, vatanımız bir…

Zaman zaman, birbirimizi çok ihmal ettik.

İş-güç, çoluk-çocuk derken dostlarımıza hak ettiği değeri veremedik. Zaman oldu kendimizi dünyanın telâşına, kargaşasına, meşgalesine kaptırdık. Aramızdaki muhabbeti artıracak Hak selâmını bile dostumuzdan esirgedik. Nice bayram, nice özel gece geldi geçti, onları aramadık. Bir yerlerde karşılaştığımızda ise "İnan ki hep aklımdaydın; ama bir türlü arayamadım. Bu aralar o kadar yoğunum ki, işten güçten başımı alamıyorum. İlk fırsatta arayacağım." benzeri cümleleri kurarken utancımızdan yerin dibine geçtik, aslında söylediklerimize kendimiz bile inanmadık. Oysa sevdiklerimiz bize bir telefon, bir bilgisayar tuşu kadar yakındı. Çay-televizyon başında hesapsız şekilde israf ettiğimiz onca zaman diliminin yanında, programımıza haftada bir, can dostumuzu aramayı ekleseydik -ki bu bizim en fazla beş dakikamızı alırdı- ne kaybederdik. Veya vazifesi başında ahirete göçen bir kardeşimizin kabrine ziyarete gitsek; ailesinin, çoluk-çocuğunun hatırını gönlünü alsak, varsa ciğeri yanık anasının babasının duasından istifade etseydik, hayatımızdan bir şey mi eksilirdi?! Veya yoğunluğundan yakındığımız işlerimiz ters mi giderdi?! Şöyle bir düşünsek, etrafımıza baksak; değişik sebeplerle şimdi bizimle olmayan, hasta olan, sakat kalan, küskün-kırgın olan arkadaşlarımızın üzerimizde hiç mi hakkı-hukuku yok?! Bir gün kader aynı şekilde bizim de kapımızı çalabilir. Bizim aslî gayemiz, "insanlığı insanlığından haberdâr etmek, insanlığın özündeki değerleri iman hakikatleri ışığında ortaya çıkarmak, insanlığın kırık gönlünü tamir etmek, nerede bir mahzun gönül varsa el uzatmak"sa, bu, bugünkü halimizle tezat oluşturmuyor mu?!

Şunu asla unutmamalıyız: Biz birbirimizden çok şey öğrendik. Şükür bizi Yaratan’a ki -dostlarımız vesilesiyle- bize, kendine ulaşacak yolun ehemmiyetini ve o yolda yolcu olmanın inceliklerini öğretti.

Biz birbirimizden çok şey öğrendik.

Hasılı, birbirimizden öğrendiklerimizle hayata karşı koymayı, bizi bırakıp giden yalancı sevgiler, sevgililer karşısında Hakk’ın yıkılmayan duvarına dayanmayı öğrendik…

Belki açık açık ifade etmedik; ama bizler her şeye rağmen birbirimizi çok ama çok sevdik.

"Biz hasreti sevdik, çileyi sevdik, gözyaşıyla fidan büyütmeyi sevdik. O’nun rızası için derdi sevdik, dertlenenleri sevdik."

Tek başımıza zayıftık belki ama, birlikte güçlü olmayı, fırtınalara karşı koymayı öğrendik.

Dağlar gibi birbirimize yaslandık, omuz omuza dayandık. ‘Bir’dik, uzlaştık, anlaştık, yan yana geldik ve ‘yüz on bir’ olduk. Yarınlar için hep beraber zirveye diktik gözümüzü. Bu uğurda bin defa yenilsek de, düşsek de ayakta olanın elinden tuttuk, birbirimizin desteğiyle ayağa kalktık ve her defasında yeniden başladık.

Dost bizim için her zaman ayar düğmesi oldu. Çünkü o bizim için acısıyla tatlısıyla Hakk’a giden yolda, Allah emanetiydi.

Uzaklık mı?..

O bizim için değil dost!

Biz ‘yürek devleti’yiz ötelere uzanan…

Açarız avucumuzu.

Dostlarla o dem yürek yüreğe konuşuruz…

Gözyaşımız vardır bizi ayakta tutan; bir de gönül selâmımız…

"Gözümüzden gözyaşını, gönlümüzden selâmını, dilimizden birbirimize ettiğimiz duayı alma Ya Rabbi. Hiçbir zaman bizi birbirimizle imtihan etme. Aramızda uhuvvet ve muhabbetini artır. Kalbimizi su-i zandan, ağzımızı gıybetten, nazarımızı tenkitten arındır. Canımızı birer ‘uyum kahramanı’ olarak al. Bizi sahabe kardeşliği gibi bir kardeşlikle şereflendir. Birlikten beraberlikten doğacak rahmet ve feyzinden mahrum kalmaktan Sana sığınırız. Bizleri cennetin en yüksek tepesinde dostlarımızla ve Sen’in has dostlarınla beraber, Habib’inin (sas) yanında haşreyle (amin)…"

 
Nurgül ÖZCAN

“Anamın duâları üzerimde olmasa,Yıkılır sırtımı verdiğim duvar,Kopar, elime gelir tutunduğum dal,Kapımı çalmaz bahar.”

Annem annem güzel annem

Anneler güzeldir… Hiç çirkin anne görmedim.

Anneler güzeldir… Çünkü annelik güzeldir. Bir küçük çekirdek, bir koca ağacı nasıl taşırsa içinde, anne de yavruları taşır içinde. Ve günü geldiğinde bir değil, bin doğurur analar…

Yalnızca anneler düşünür geleceği. Çünkü geleceği çocuklarıyla analar doğurur, analar oluşturur. Hani bir imamın yakasına yapışmış bir gün bir ana, “Niye kadınlardan imam olmuyor?” diye sormuş ya… Hoca Efendi mahcup bir eda ile, “İmamları onlar yetiştiriyor da onun için” demiş. Kadın bin pişman, bin mahcup… Böyledir hep. Dünden bu güne her toplumda, hocalık eder analar… Dünyayı yönetir analar.

O mübarek eller, dünyaya yön verir, o küçük beşiği sallayan eller. Duâya duran o temiz eller… Evrimciler cevap vermeliler; ve nasıl işliyorsa evrim, annelerin neden hâlâ iki elleri var? diye oturup düşünmeliler.

Bir mû’cize arayan gözler, yorulmasın boşuna; bir anne ile çocuğuna baksın yeter. Anne durmuş çocuğuna bakıyor, çocuk durmuş annesine bakıyor. Birbirlerinin düşüncelerini okuyorlar… Kim bilir birbirlerine bakıp da ne hayallere dalıyorlar. Annenin rüyası çocuklarda sürer… Hiç yaşlanmaz analar; evlâtlar onları hayata öyle bir zincirler ki, ne mal, ne mülk, ne de bir dünya zevki değildir bu. Bambaşka bir bağlanıştır. Ana gibi anaca bir şahlanıştır.

Hormonlarla, tıpla açıklanamaz analık. Reçeteler de yok, raflarda ilâcı da yok. Anlatacak kitap da yok. Analık bir başkadır.

Bilmediği bir kaderi, yavrusuyla baş başa yaşamaktır analık.

Ufak tefek, narin bir bedeni vardır çoğu annenin ama sakın ölçmeye kalkmayın, bir değil birçok kişinin, kederinin ve neşesinin yer bulup sığınabileceği kocaman bir yüreği vardır anaların.

Mırıl mırıldır dilleri, hiç bitmeyen duâları vardır anaların. Duâ kitaplarında olmayan, hiçbir yerde bulunmayan, tam da kalbinin ta içinden gözyaşıyla beraber dökülen yağmur gibi, inen rahmet gibi, dillenen duâları vardır annelerin. Islanır çorak topraklar gibi rahmete susayan gönüllerimiz ve bir kış günü hâlâ üşümüyorsa içimiz, anamızın duâlarıdır peşimizden gelen… Geri çevrilmeyen, Rabbimizin yüce katından boş dönmeyen duâlarıdır annelerin biliriz.

 

“Sen geçen bir ömrü ararsın, ben ise geçen bir günü” derdi bir ana. Ana gibi bir ana. Başka nerede aşk bu kadar saf, bu kadar durudur. Analık yolu, yolların en zorudur. Çıkarın bir hele, yok farz edin bir hele annenizi hayatınızdan; geriye ne kalır, koca bir çöl kalır, ıssızlık kalır.

Sadece sütü, maması değil, annelerimizin ninnisi ve duâsı büyütür bizi. Bir anneden bir çocuğa neler geçer, neler taşınır, biyolojinin konusu.

Bir ömür neden silinmez, neden üzerimizdeki anne kokusu?

Neden bebekler o kadar güzel kokar, neden?

Neden bir annenin göğünde gök kuşağının her rengi bulunur, neden?..

Ah annem, ah anneler, bu bilmeceyi çözmeye ömrünüz yetmez deyin, deyin de kurtarın bizi anneler…

Ah güzel kalpli anneler, ah duâlı diller. Önce kalbinizin çağlayan sevgilerinde hiç kimsenin bilmediği, söylemediği derin bilgileri orada öğrendik…

Sonra okullara gittik. Oralarda senden öğrendiğimizin binde birini öğrenemedik. Ne kutsal bir okulsunuz siz analar. Yaşlandıkça daha iyi anlıyoruz. Ana okulu, okulların anasıymış meğer. Ne kadar da cahilmişiz. Her şeyi bildiğimizi zannettiğimiz günde bile, sana muhtacız anne. Haydi bir daha salla beni anne. Bir daha salla o güzel ninnilerle, ilâhilerle. Ruhuma nakış nakış işle, bir daha işle Allah aşkını, peygamber sevgisini. Bir daha, bir daha, dolu dolu duâlar gönder Allah’a. Ne olur küçüldüm ufaldım yine. Sen neysen biz oyuz anne…

Boşuna söylememiş, boşuna dememiş Hz. Ömer; “İnsanlar, babalarından çok annelerine benzerler” diye…

Biliyorum artık kulağıma eğilip fısıldadığın o sözlerin, aramızda bir sırdı sanki, diyeyim izin ver de duysun birileri.

Anne, ne tatlı bir kelime. Şimdi daha iyi anlıyorum anneciğim, Allah’ın anneleri niye yarattığını. Cenneti dünyada da yaşayabilelim diye, değil mi anneciğim?

Allah, ne kadar büyük, ne kadar rahmetli ve şefkatli anneciğim. Rahmetinin bir damlasını, bir tecellisini sizlerde gösteriyor.

Sonsuz rahmet denizinden bir damladır sizdeki. Senden büyük, senden bilgili ve şefkatli, senden daha güvenli bir öğretmen görmedim. Senden daha yüksek okullarda okumadım.

Mutluluğun tohumlarını vakti vaktine öylesine serptin ki hayatımıza, kalbimiz en yararlı bilgilerle, sönmeyen sevgilerle yeşerdi. Kelimeler bulamıyorum anlatmaya, sözcükler yetersiz kalıyor anneciğim bu derunî beraberliği açıklamaya. Sabrın çeliktendi, kayaları eriten cinstendi. Bağırsanız da, yürek incitmeyen sözleri, umursamaz görünseniz de en halis ve yürek acıtmayan sevgileri sizde tattık.

Ey güzel anneler, yüreğiniz, okulumuz oldu. İlk dersimizi aldığımız dershanemiz oldu. Bakın ne diyor Bediüzzaman Said Nursî: “…insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda kat’î ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.”

 

“Anne,” çocukların dudaklarında ve kalplerinde, Allah’ın yarattığı belki de en güzel bir isimdir. Bir anne mesafe tanımaksızın bilir, Allah’ın ilhamıyla çocuğunun neye ihtiyaç duyduğunu ve ard arda sıraladığı duâlarını:

“Güneş gibi parlayan günlerin olsun evlâdım. Allah, her daim seninle olsun. Allah, imanla göçmeyi nasip etsin. Allah, her şeyin hayırlısını nasip etsin.”

Ve inanın o duâlar, geri dönmeyen duâlar olur, hedefini bir ok gibi bulur. Anaların duâları gökler katından geri dönmez. Bir evlâda annenin en güzel armağanıdır, anaların duâlarıdır. Anne duâsı, anne sevgisi bizledir. Verdikçe çoğalır.

Anaya hakkını ödememek, analara teşekkür etmemek, Allah’a şükretmemektir. Ana hakkı, Allah hakkı demektir.

Mevlânâ;

“Annenin merhameti de Allah’tandır. Ona hizmette bulunmak da hem farzdır, hem de yerli yerinde bir iştir. Annen sana ‘geber’ dese, bil ki, kötü huyunun, kötülüğünün gebermesini ister” der.

Ah analar, duânız olmasaydı ne olurdu halimiz. Katlandığınız dertler, çektiğiniz acılar sizin belki de gıdanızdı. Kim bilir?.. Kim bilebilir, anneliğin nice yüce bir san’at olduğunu Allah’tan başka, kim bilebilir ki?

W. Pudolph; “Doktorlar, asla yürüyemeyeceğimi söyledi, ama annem, Allah’ın izniyle yürüyeceğimi söyledi. Ben de Allah’a ve anneme inandım” diyor. İşte en karanlık işlerde ve en karanlık eşiklerde güneş gibi aydınlatan ışık…

Victor Hugo, bir annenin, savaş sırasındaki fedakârlığını bir eserinde şöyle anlatır:

“Ekmeği ikiye böldü ve aç çocuklara verdi. Çavuş, ‘kendine hiç ayırmadı’ diye homurdandı. Bir asker, ‘çünkü aç değil’ dedi. Çavuş, ‘hayır, o bir anne’ diye karşılık verdi…”

Sevgili anneler, sizin destanınızı yazmaya kalemler ve kelimeler yetmez…

Adınız yeter her şeyi anlatmaya, Rabbimizin sonsuz rahmetini coşturmaya adınız yeter. Siz anneler iyi ki varsınız. Duâlarınız iyi ki var. Ey başucumuzdaki ışıklar, peşimizde hep koşuşturan aziz varlıklar, bizleri büyütüp kendi kanatlarımızla uçmamızı sağladığınız için binler teşekkürler.

Son sözü Yavuz Bülent Bakiler’in bir ana duâsı, bir ana hatırası olsun İnşaallah:

“Anamın duâları üzerimde olmasa

Yıkılır sırtımı verdiğim duvar

Kopar, elime gelir tutunduğum dal

Kapımı çalmaz bahar.”

Not: Tüm annelerin, en içten duygularla, o mübarek gününü kutlar, duâlarını bekleriz.

Selim GÜNDÜZALP   www.yeniasya.com.

Kimi zaman nefsin karşına çıkacak,kimi zaman çevren, kimi zaman ailen, kimi zaman gücü elinde tutanlar.. Ama sen yürüyeceksin…

 


SEN YİNEDE

İnsanlar bazen akılsız mantıksız ve bencildirler.
Sen yine de onları sev!

Eğer iyi şeyler yaparsan; insanlar seni bencil olmakla çıkar peşinde olmakla suçlayabilirler.
Sen yine de iyi olanı yap!

Eğer başarılı olursan kaypak dostlar ve sağlam düşmanlar kazanırsın.
Sen yine de başarılı ol!

Bugün yaptığın iyi bir şey yarın unutulabilir.
Sen yine de o iyiliği yap!

Dürüstlük ve samimiyet insanların seni incitmesine yol açabilir.
Sen yine de dürüst ve samimi ol!

Büyük fikirlere sahip büyük insan küçük fikirlere sahip küçük bir insan tarafından engellenebilir.
Sen yine de büyük düşün

Yıllarca yapmaya çalıştığın bir şey bir gecede altüst edilebilir.
Sen yine de yap!

İnsanlar gerçekten yardıma ihtiyaç duyarlar ama yardım ettiğinde sana karşı nankörlük ederler.
Sen yine de onlara yardım et!

Dünya için yapabileceğinin en iyisini yaptığında seni tekmeleyebilirler.
Sen yine de yapabileceğinin en iyisini yap!

 

 

SEN YÜRÜYECEKSİN!..

Sen yürüyeceksin…

Sen ağlayacaksın,belki horlanacaksın, belki dışlanacaksın ama, sen yürüyeceksin..

Kimi zaman nefsin karşına çıkacak,kimi zaman  çevren, kimi zaman ailen, kimi  zaman gücü elinde tutanlar.. Ama sen yürüyeceksin…

Belki anlamak istemeyecekler seni… Belki anlamazlıktan gelecekler… Belki gülecekler, belki küçümseyecekler ama, sen Allah’a dayanacak ve yürüyeceksin…

Belki güvendiğin dağlara kar yağacak, belki belki tuttuğun dallar kopuverecek ama sen Rabbine güvenip yürüyeceksin…

Belki sürüleceksin, belki taşlanacaksın,belki dışlancaksın, belki yalnız bırakılacaksın ama sen Rabbinin birlikteliğini bilip yürüyeceksin…

Kimi zaman düşeceksin,kimi zaman çelme atacaklar ayağına, kimi zaman set çekecekler,yorulacaksın kimi zaman fakat, yoluyun yüceliğini bilecek, bismillah diyecek ve yürüyeceksin.

Kırılacaksın belki, kıracaklar kimi zaman seni,için belki kan ağlayacak ama sen hasbiyallah diyecek ve yürüyeceksin.

Duranlar olacak, yolu terk edenler, belki yoldan çıkanlar, belki yolda saraylar yapanlar, belki geri dönenler  ama sen yürüyeceksin.

Ağlayacaksın belki, belki ağlatacaklar seni ama sen gözyaşını azığın yapıp yürüyeceksin.

Belki kıymetin bilinmeyecek, belki kadir kıymet bilmezler kıymet bilmeyecek, belki halin sorulmayacak, belki vefasızlar seni unutacak ama, sen ev vefalı dostun yolunda yürüyeceksin.

Eğilenler olacak, belki yolu satanlar ama, sen dimdik yürüyeceksin.

Yolda yalnızım sanma, yürüdüğün  yollu sakın başa kakma  bil  ki bu yolun yolcularının dostu Allah’tır…

Bismillah de, hasbiyallah de ve yürümene devam et… Elbette ulaştırılacaksın varılması gereken yere bir gün…

Salih Yağmur

Amelinizde Rızâ-yı İlâhî olmalı. Eğer O râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse te’siri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabûl ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir…Risale-i Nur İhlas Risalesinden

Güzel ölüm, dost ölüm, hayat ölüm!

Selam sana ölüm!

Var oluşumuzun en heyecanlı, en anlamlı ânı ölüm.
Uçsuz bucaksız bir serüvene yelken açmak ölüm.
Şu maceralarla dolu dünyamız da anlamını yitiriyor zaman zaman.
Ölümü seviyorum.
Bekliyorum…

Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır.
Anlamlandırır.

Bir yakınımızın ölümü içimizde onulmaz bir yolculuk duygusu uyandırır.
O yolculuğa atılmak için umutla bakarız ufuklara.
Sıranın elbet bize de geleceğini hiç unutmadan!

Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa eğer, hayatlarımız da yoksun demektir.
Hayatın asıl macerası ölümle başlar!
Sonsuz ve sınırsız bir âleme geçişin ipucuyla.

Her birimiz hayat boyu aradığımız ölümü yaşarız, bilinmez bir ânın sabahında.
Kendimiz için hayat boyu hazırladığımız ölümü buluveririz birden bire

Modern hayat ölümü inkar edemese de yokmuş gibi yaşıyor.
“Herkesin öleceğini bilirdim bilmesine ama,
Benim hep bir istisna olarak bu dünyada kalacağımı düşünürdüm” diyor bir batılı ölürken.
Seküler bir yabancılıkta ölüme verilecek cevap yok.
Onu unutmaktan, yokmuş gibi yapmaktan başka…

Oysa hayatla ölüm, ölümle hayat ne kadar da iç içe aslında.
Nereye saklansak beyhude.
Hangi kovuğa, hangi servete, hangi makama gizlensek boş.
Sonunda o kaçıp durduğumuz ölüm gelip bizi de bulacak.

Öyleyse hiç kaçamayacağımız ve bir gün mutlaka bizi gelip bulacak bir şeyden kaçmaya çalışmak niye?
Niye hayat boyu o yokmuş gibi yaşamak?

Ölüme bakmak, ölümle olmak, ölümü bir dost, bir arkadaş yapmak.
Bizi hiç yaşamadığımız maceralara götürecek bir gemi görmek.

Ölümü sevmek!
O bizi bulmadan biz ona sevgili olur muyuz?

En önemli varlığımızı emanet edeceğimiz ölüme yabancı durmak abes.
Onun dostluğunu, onun sırlarını keşfetmek.

Ölümle başlayacak, hayatımızın en güzel macerası.
Ölümle herkes bu hayatın bir rüya olduğunu anlayacak ve uyanacak.
Vuslattır ölüm, ruhun sevdiğine kavuşmasıdır.
Dünyanın yalanlarından, aldatmalarından, ağırlıklarından sıyrılıp gitmektir.

Hayatımızın akıp ölüme,
oradan da ölümsüz hayata kavuşmasından daha heyecanlı bir sırrı var mıdır?
Güzel ölüm, dost ölüm, hayat ölüm!
Sevdiklerimizden ayrılma kaygısı da olmasa,
seni her gün çağırıp duracağım dayanılmaz bir merakla.

Ey ölüm! heyecanla bekliyorum seni!
Bıktım şu dünyanın ağırlıklarından, keşmekeşinden;
senin götüreceğin sahili bekliyorum.

Ne zaman çalacak son müzik?
Ne zaman gireceğim senin o dayanılmaz heyecanlı, meraklı kapından?

Bir mucizesin sen, tıpkı doğum gibi!

En çok sevdiklerime kavuşturansın.

Hayatı ölüm nimeti ile beraber Yaratana,
Ölümün de hayat gibi yaratılış olduğunu anlayana,
Ve ölmeden ölümle beraber yaşamayı,
Ölüme dost olmayı bilene,
Merakla beklediğim sevgili dost ölüm hep sana,
Selam olsun!

 
Levent BİLGİ
….."Sizlere müjde!. Mevt; idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil, belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir; bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır."
 

…..Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nûra giriyorsunuz. Sahib ve Mâlik-i Hakikî’nin tarafına gidiyorsunuz… Ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz!..
Risale-i Nur Asa-yı Musa’dan

 
“Inna lillahi ve inna ileyyhi raciun”"şüphesiz biz Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz."  (Bakara: 156)
“Her nefis ölümü tadacaktir.”

 

Daima izzet, şeref, haysiyet timsali oldu.

Ahlâk timsali, fazilet timsali…

…Öyle ki, onunla karşıt cephelerde yer alanlar bile ona daima hürmet ve itimat beslediler; "bu adam bizi arkadan vurmaz", hatta "başımız derde girdiğinde bu adama iltica edebiliriz" diye düşündüler.

Merhum Muhsin YAZICIOĞLU ve beraberinde vefat eden tüm arkadaşlarına cenab-ı haktan rahmet ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

“Ah keşke kavmim de bir bilseydi..” diye müjde vermek için yanıp tutuşuyor şehitler…

Gazze için sabah ezanı vakti

Bilâl’in hiç açılmayacak göz kapaklarına doğacak güneş az sonra. Taze gün ışıkları sessizce yırtacak karanlığın perdesini. Ama Bilâl perdeyi çoktan kapattı. Karanlığı yırtan ışıklar, zulmün zifirisine sabahı getiremiyor şimdilik.

Bebek Bilâl. İki aylık yüzüne kan çizmişler Bilâl’in. Barut doldurmuşlar bakmaya doymamış gözbebeklerine. Gözleri harama değmemiş Bilâl, bu sabah ezanını duyamadı, duyamayacak. Perdelerinden içeri mehtap değil, bomba şavkı yağdı. Yastığı kül oldu Bilâl’in. Yatağı buz oldu. Uykusu kan oldu. Yüzünü aynalar paylaşmadan önce, kör şarapneller parça parça alıverdi.

"Allahüekber… Allahüekber…"

Babasının kucağına uyanamayacak Zehra bu sabah. Kucağında ölüm var babasının. Omuzlarına taştan katı, ateşten yakıcı zulmün molozları yığılmış. Yetim kaldığını anlayacak yaşta değil Zehra. Evlerine oyuncak diye ateş doldurmuş üniformalı amcaları. Kravatlı amcaları "ölebilir Zehra!" diyor. "Ölmeli…" diyenleri de var. Televizyon ara veriyor savaş haberlerine. Aradan çikolata reklamı geçiyor. Zehra’nın kanının renginde paketleniyor yüz kremleri. Şampuan arıyor anneler küçük kızlarının saç tipine göre. "İnce kuru" saçları çok geliyor Zehra’ya. Mutfakta Nescafe kokmuyor. Kan akıyor musluktan. Dudakları ağlamayı bile bilmiyor Zehra’nın. Ağladığında kim duyacak ki? Bir nefeslik bile teselli sunamıyor yanık baba cesedi…

 

"Allahüekber… Allahüekber…"

Seccadesi köşede katlı duruyor Ahmet Yasin’in. Abdestini yeni almış. Suyla değil kanla tamamlamış guslünü. İğne başı kadar bile kuru yeri kalmamış. Tepeden tırnağa mazlum, masum. Secdeye koyacak başı kalmamış. Yüzü yok kıbleye dönecek. Uğrunda öldürüldüğü imanını şahit bırakmış cesedinin yanı başına. Cenazesini kaldıracaklar bile öldürülmüş, öldürülecek… Ateşten seccadeler seriliyor sokak aralarına. Başı eğilmiyor zalime şehitlerin. İblis soyunun hesapları bencilliğe varıyor, kibre dayanıyor. Şefkat başını uzatamıyor pencerelerden. Korku bile korkuyor nursuz suratlarından.

"Eşhedü en lâ ilahe illalah…"

Sabaha kan çorbası hazırlıyor zalimler. Katliam partisi ihraç ediyorlar oturma odalarına. Uyuyor mudur Olmert acep? Onun da gözleri var mıdır uyumaya hasret? Sakinleşir mi rüya görürken nefreti? Söner mi azgınlığı yüzüne su vururken? Zehrâ’nın yaşında bir kızı var mıdır füzeyi ateşleyen askerin? Gece utanıyor gece olduğuna; karanlığıyla gizlediği tanklar ateş dolduruyor bebelerin süt kokan ağızlarına. Sabahın gönlü yok gün ışığını görmeye; ölü kuşkanatlarıyla örtüyor ölü kızların utangaç saçlarını. Alev topu düşüyor "lâ ilâhe" ile "illallah" arasına… Kinlerini ilah edinenler namlunun gerisinde duruyor, "illâ Allah" diyenler namlunun ucunda kül oluyor, gül oluyor. Keskince bir "lâ…" yükseliyor Leylâ’nın kan sızan dudaklarından… "Allah…" diye akışıyor son nefesi; ateşleri söndürüyor bakışının güneşi.. "Şahit olduk yâ Rab, Sen de bize şahit ol…"

"Eşhedü enne Muhammed’ürresûlullah…"

Az daha büyüseydi Muhammed, olur a, belki öğrenirdi adını. "Muhammed" diye seslenince müezzin; belki dudakları kıvrılır, gözleri çevrilirdi. Adı yüzünden katledildi Muhammed bebek. Adını çekemeyenler ancak tetik çekebiliyorlar. Muhammed’lerin varlığını hazmedemeyenler, Ebuleheb gibi ateş taşıyorlar dudaklarında, haset üstüne haset yığıyorlar kalplerine. Kuruyasıca elleriyle ateş sütunları örüyorlar etraflarına. Kendi kendilerini hapsediyorlar alevden parmaklıkların ardına. Nefret aleviyle kundakladıkları Muhammed bebenin ölü yüzüne yerleşen tebessümün, kremle besledikleri kendi yüzlerine niye yakışmadığını anlamayacaklar.

"Hayyâlessalâh…"

Haydin namaza ey Gazzelilerin uykucu kardeşleri. Kardeşleriniz ağlarken gülebilen dudaklarınıza hiç olmazsa Fatiha değsin. Bebelerin kahvaltı saatinde kurşun yediği Gazze’nin komşuları, çocuk çığlıklarına dayanamayıp kapattığınız kulaklarınıza hiç olmazsa ezan değsin. Gözlerinin içine utanmadan bakabildiğimiz kızımıza, "sen Gazzeli çocuklardan biri olsaydın, ben sen öldürülürken de uyurdum" diyebiliyorsak, uyumaya devam edelim.

"Hayyâlelfelâh…"

Kurtuluş kervanı çoktan göçtü. "Ah keşke kavmim de bir bilseydi.." diye müjde vermek için yanıp tutuşuyor şehitler. Ezan mı? Gazze’de bu sabah ezan yarım kaldı. Belki de hiç başlayamadı.

  Senai DEMİRCİ