Ateistlere duyurulur…

Küçük bir nakış sanatkârsız olmazken hiçbiri birbirine benzemeyen bu kar taneleri nasıl nakkaşsız, sanatkârsız olur? Hem doğudaki batıdaki kuzeydeki ve güneydeki bu kar tanelerinin birbirine benzememesi isbat eder ki bunları meydana getirebilen dünyanın her yerini gören ve heryerde faaliyet gösteren Allah’ın kudretidir. Tesadüf rüzgarlarının beş para ehemmiyeti yoktur.

Haşir Risalesi Görünmeyene Tanık Ediyor…

hasir_bahar.jpg

 

 

 

 

 

 

 

Bir gün ve sonsuzluk
Mevsim ilkbahar… Gönlüne gül değmişlerin gözünde ilk defa bahar geliyor gibi. Varlığa hayret borcunu ödeyenlerin bakışıyla, bu bahar ilk bahar. Tekrar değil; ilk. Varoluşunu sınırsız minnettarlıkla karşılayan mahcupların bildiği üzere, “Bir daha” değildir bahar; biricik, bir kerecik oluştur. İnsanın kendisi “bir daha” değildir; parmak uçlarınca yeni, göz diplerince orijinal, yüzünün başkalığınca yeni baştan yaratılmaktadır. Böylesine taze bir insanın tazecik gözleri baharı hiç bayatlatır mı? Olacak şey değil!
Unutulmuşların hatırlandığı demdir bahar. Ayak altına itilmiş, gözden uzağa düşmüş tohumların hatırlarının çiçek çiçek sayıldığı gündür bahar. Kederin kozasını yırtıp umuda kanat açtığı günlere denk gelir bahar.
İşte o bahar.Yine değil yeni bahar. Çiçekler bir ümit tufanı gibi varlığın kıyılarını dövüyor. Toprağın karasına gömülmüş hasretler taze çiçek kokularıyla dal uçlarına taşmış tebessümlerle geriye dönüyor. Kelebek kanatlarının altında bin diriliş müjdesi geziniyor. Yerden göğe doğru sevinç üveyikleri yükseliyor.

Eğirdir Gölü’ne bakan yamaçları bir garip adımlıyor. Bir başka bakıyor garip adam. Baktıklarının yüzünü yırtan delici bakışlarla bakıyor. Yeni çiçeklenmiş badem ağaçlarının arasında bir sırrın izini sürüyor. Öksüz dalların sevindirildiği bu bayramdan yeni bir bayram çıkarmaya niyetle. “Boş yere var etmedin Sen bunları…” diyen kadir bilir bir nazarın sahibi.

Adımları yavaşlıyor. Bir çarpıntı başlıyor kalbinde. Uzaklarda, gölün mavisi hece hece ilmekleyeceği satırlara bir tatlı fon oluyor. “Yaz!” diyeceğini biliyor az sonra. Kalemin kâğıdın yüzünü öptüğü o eşsiz anı hep özlüyor. Yeniden, yeni baştan ağzından dökülen kelimelerin suskunluğun göğsünde açacağı yaraları hayal ediyor. Seviniyor. Bakışlarıyla okşuyor dal uçlarını. Ellerine ümit meyveleri dolduruyor dal uçlarından. Taşlaşmış gövdelerden, kemikleşerek soğumuş köklerden fışkıran sürpriz hayat pınarını avuçluyor. Ağaçların kalın kabuklarından sıcacık dokunuşlar alıyor. Varlığın kabuğunu çatlatacak, perdeleri yırtacak o eşsiz an yaklaşmak üzere.

İçi içine sığmaz oldu garip adamın. Bir semâ neşesiyle fırladı yerinden. Dudaklarına yeryüzünün göklü misafiri indi hece hece… “Fenzur ilâ asâri rahmetillah…” Görünenden görünmeye açılan perdeler hafifçe kıpırdadı. Sûret’in ardındaki nazlı ‘hakikat’ göz kırpmaya başladı. Heyecanla söze doladı nefesini. “Bak şu Allah’ın rahmetinin eserlerine…” Bu ilk bahardı. Bir daha değil, tek bahardı. Çiçek çiçek söyledikleri, toprağın karasını yararak haykırdıkları, yamaçları gelincik kızılına boyarken fısıldadıklarının cümlesi bir insan dudağına taşacaktı. Ölmüşlerin dirilişine tanık olan bahar, sözün potasında bir daha yorumlanacaktı, sözlenecekti insan bakışıyla.
Çiçeklerin kokusuna sarıldı o ince ruh. Ruh ile reyhan buluştu, tanıştı, kaynaştı. Varlığın kalbine diriliş taşıyan Kitab’ın sözleri yeniden yankılandı badem çiçeklerinin yüzünde: “Şimdi bak Allah’ın rahmetinin eserlerine! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki, O mutlaka ölüleri diriltir. Dahası, her şeye gücü yetendir O!”

Acele edip kışta gelmişti. Bu zemheriden bir bahar coşkusu hazırlaması gerekiyordu. Cennet asâ bahara giden patika yolları kalbinde inşa etmesi bekleniyordu. Gönlünün kervanlarını o gün Barla’nın yamaçlarına sürdü. Kör düğümleri açacak berrak kelimeler edindi kendine. Sesi yükseldi. Ağaçlar arasında dinlenmeye pek alışık olunmayan sözler tekrar tekrar söylendi: “fenzur ilâ asâri rahmetillahi keyfe yuhyil arda ba’de mevtihâ….” Kibrit alev almak üzereydi. Soğuk kederleri ağırlayan bir gönülde ateş ha yandı ha yanacaktı. Bir daldan bir başka dala seğirtti. Gözlerinde hayret, gönlünde minnet. Göğsüne sığmıyor gibiydi kalbi. Elleri kalbinin üzerinde. Ayakları dolanırcasına koştu koştu. Nefes nefese kaldı. Yokuş yukarı bir pınar akıtır gibi, dudağına bir daha bir daha doladı kutlu sözleri… “Bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl da diriltiyor…”

Yağmur yağdı gözlerinden. Bakışlarıyla Nisan menekşeleri açtırdı. Hayatın zembereği kelimelerin büyüsünde bir daha kuruldu. Vahyin sıcacık dokunuşu başkalarına ağlayan kalbini okşadı. Cennet gibi baharları hazırladığı Hamza’lar, Saidler, Ahmedler, Mustafalar, Ayşeler, Fatmalar, Rümeysalar için koştu eve… Sözler’le kurduğu neşe otağına, kelimelerin havuzuna akıttığı o serin pınara, çok sonraları mahzunların koşacağını, ümitleri elinden alınmışların varacağını biliyordu. Hiç ümitsiz olmamıştı. İmanı, biricik imkân biliyordu. İmkânsızlıklara meydan okudu. Okudu.

Zalimlerin unutulmaya terk ettiği, gafillerin ölüme ittiği o köşe başında, zalimleri ıslah edecek, gafilleri uyandıracak bir aydınlık ateşi yaktı. Kalem hazırlandı. Yüzüne akşamın hüznü bulanan kâğıt tarifsiz bir sevinç içindeydi. İktidar sahiplerinin hesaba katmadığı adam, asıl iktidarı ele geçirmenin keyfiyle seslendi: “Yaz, kardaşım!” Silah şakırtısının sözü bölemeyeceğini, “ebedî şeflik” kudretinin gönülleri yıkamayacağını bilmeyen zavallılar, her kelimede bir kez daha yıkıldı. Kalemin ucu kâğıt üzerinde tatlı bir gıcırtıyla gezinmeye başladı. Buluşmaların en tatlısı, en kârlısı sürgünün daracık odasında yeniden yaşandı.

Otuz yıl sonra, zulmün kasvetinin az da olsa dağıldığı günlerde, yine badem ağaçlarının arasında yürüyecekti garip adam. Yalnızlığa mahkûm ettiklerini sananlara inat, etrafında pırıl pırıl genç yüzlerle adımlıyor olacaktı Barla’nın yamaçlarını. Yine bahar olacaktı. Yeni bahar olacaktı. İlk bahar olacaktı. Badem ağaçları ilk defa çiçekleniyor olacaktı. Delikanlılar da onun gözüyle bakacaktı dal uçlarına. Cennet reyhanları dokunacaktı ruhlara…

Duraklayacak ve ümit dolu yüzlere dönecekti. Güce karşı sözün zaferini imzalayan bir itminanla dudaklarına yine o ayeti dokunduracaktı. Havada yankılanan sesi yorgun bedenini bir delikanlı gibi ayağa kaldıracaktı. Ebedî dirilişi bir bahar somutluğunda idrak edecek milyonların yüreğini avuçlarında tutar gibi tane tane dökülecekti sözleri. Bir günden, sadece bir günden sonsuzluk haberi devşiren bir habercinin sükûnetiyle seslenecekti. Kaybolup gider diye kendisini bu köşeye sürenlerin iktidarlarının ellerinden gittiğine, ihtişamlarının yerle bir olduğuna tanık olmuş mahzun bir huzurla seslenecekti.
“Bundan otuz sene önce aynı bu mevsimde idi. Şu bahçelerde geziyordum. Badem ağaçlarının da çiçek açtığı zamandı. Birden, “Fenzur ilâ asâri rahmetillah…” âyeti hatırıma geldi. Bu âyet o gün bana açıldı. Hem geziyordum, hem de bağıra bağıra bu âyeti okuyordum. O gün kırk defa okudum. Geldik, akşam, Şamlı Hafız Tevfik’le Onuncu Söz’ü telif eyledik. Yani, ben söyledim, Hafız Tevfik yazdı.”

Öldükten sonra dirilmeye dair, bütün zamanların en canlı, en renkli, en zarif metni o akşam kızıllığında buluştu kâğıtla: Haşir Risalesi
Hâlâ daha, o akşam kızıllığının hüznünde bin ümitler filizlendirmiş o kalbin nabızları olarak duruyor satırlarda. Her an yeniden çoğalıyor, yeniden sayfalara iniyor. Yeni baharlar gibi, her okunduğunda ilk defa çiçeklenen dal uçlarından terütaze uzanıyor akıllara.

Haşir Risalesi, “görünen”i “görünmeyen”e tanık ediyor. “Dünyalık varoluş”un özündeki çelişkiyi ortaya çıkarıyor. Bu onulmaz çelişkinin çözümü olarak “büyük mahkeme”ye işaret ediyor. “Eğer hepsi bu”ysa, “sonrası” yoksa, anlamını kaybediyor varlık, tahammül edilmez bir çelişki yumağına dönüşüyor. Görünen bunca denge, bildiğimiz hesapları yırtıp atan bunca ince ayar, eğer zalim zalimliğiyle ölecekse, özensiz bir artığa dönüşüyor. Eğer mazlumun hakkı mazlumla birlikte toprağa girecekse, varoluş apaçık bir çarpıklığa dönüşüyor. Her canlıyı her an okşayan bunca merhamete tanıklık eden bu dünya, ezenin de ezilenin de, canilerin de masumların da toprak olarak eşitlendiği bir yere akıyorsa, boş yere var, boşa çalışıyor demektir.

Denklemin “bu tarafında” gözlerden kaçmayan bir açık var; öyleyse bir de “öbür taraf” olmalı… İnsan vicdanının aradığı adalet duygusu bir türlü tatmin olmuyor “bu tarafta”, öyleyse bir de “öbür taraf” vaadi olmalı… Vicdanların sonrasını aradığı, kalplerin isyan ettiği, gözlerin dayanamadığı bu korkunç “eşitsizlik” hiç şüphe yok ki, bir “Mahkeme-i Kübra”nın varlığıyla giderilecektir.

“Hiç mümkün müdür ki” diye muhteşem bir özgüvenle başlıyor cümlelerine Bediüzzaman Said Nursî. “Ahiretin olmasına değil, olmamasına şaşmalıydınız asıl” demeye getiriyor.
“Hiç mümkün mü ki, varlığı sonsuz bir itaatle çekip çeviren böylesine muhteşem bir saltanatın iyiler için ödülü, kötüler için cezası olmasın. Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde ödül de ceza da var olacaktır.”

Benim hiç olmadığım o gün, zaten hiç aranmadığım o akşam benim için kalbini kanatmış o sürgünün diri satırları var şimdi önümde…
Ne zaman dokundursam gözlerimi, “bir gün ve sonsuzluk” diye başlık koyuyorum kendimi ve sevdiklerimin hepsini içinde bulduğum o muhteşem filme…
Varlığın kabuğunu bir bahar sürprizi olarak kırıyor, ahretin filizini gösteriyor Haşir Risalesi…

 Senai DEMİRCİ

BİR BAHAR DALI …

BİR BAHAR DALI
Bahardır. Bülbüllerin şakıdığı andır. Kokuların dört bir yanımızı sardığı bir zamandır. Bahardır şimdi. 
“Bir doğrulayım şöyle” dersiniz yattığınız yerden, “Bir şeyler karalayıp bir şeyler yazayım.” dersiniz, nefis tembellik eder, kalem de ona eşlik eder. Bereketli vakitler gitti gider…
“Baharın kokusunu şöyle bir içime alayım, belki açılırım birazdan iki yudum alınca o mis kokulu çaydan.”
Sabahın en erken vakti yollara vurursunuz. Eski zaman insanları geçer, anılar geçer. Bomboş sokaklardan o kadar çok insan geçer ki, içinizden şaşarsınız. O kadar yakınsınızdır ki onlara, selâm vermek istersiniz. Selâmınızı da alırlar haa, sonra şaşırmayın. Hangi yaşta bıraktıysam onları, o yaşta kalmışlar sanki.
“İşte bunu yazabilirim” dersiniz. Hafızanızın bir köşesine önce orayı yazarsınız. Evet, bugün güzel şeyler yazmak istiyorum, güzel şeyler söylemek istiyorum. Ama yollara düşmeden, bir şehrin sokaklarını bu sabah da olsun, arşınlamadan çalmıyor kapınızı ilhamın dokunuşları.
Bazen bir çiçeğin, bazen bir bulutun, bazen bir kokunun peşine düşersiniz. Bir sis bulutu gibi her yanınızı örten, kaplayan uyuşukluğu atmak istersiniz.
Mezarlıklar en güzeli. Sessiz dostlar, kucak açmış bekliyor. Biz onların hatıralarına muhtacız, onlar da bizim Fatihalarımıza muhtaç. Biliyorum, duyuyorum ve hissediyorum. Ve geri dönüp ayrılırken oradan, “Güle güle, uğurlar olsun” diyor sevgili dostum. Artık kime aitse o ses, “Eyvallah” diyorum, “Yine görüşmek üzere…” 
İçimizde ürettiğimiz güzellikler, dünyadan devşirdiğimiz güzelliklerle buluşunca bir başka bahçe oluyor dört bir yanımız. Öyle bir ressamın fırçasından çıkmış böyle bir manzara yok.
Zihnimin bir köşesinde belli ki Rabbim kokuları da nakşetmiş, hatıraları nakşettiği gibi. Her yılın, her günün, her mekânın, her şehrin, her dostun kokusu dahi kendine mahsus. Annemin balkonu ayrı kokar, mutfağı ayrı kokar. Misafir odası “Hey, bakmadan geçme, görmeden geçme” diyen o güzelim çiçekleriyle seslenir. Onun da kokusu bir başka.
Bir zamanlar dokuz kişinin yaşadığı bu küçücük evde, hatıralar gibi kokular da birbirine karışmış. Bir selâm verip bin selâm almak için yollara düşmenin vaktidir şimdi. Gidilecek o kadar yer, ziyaret edilecek o kadar dost var, ama kendi kendimizden kurtulup da çıkamıyoruz, düşemiyoruz yollara. Sanki yarın çıkacakmışız gibi…
Hafızamızın kuytu bir köşesinde bir hatıra, belki de bir şiir söylenir durur: 
“Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım?”
O bahçelerde büyüyen oyunlarım, dört bir yanımı kuşatan sevgiler, şefkatler, o güzel insanlar, yollarda durmuş, birbirinin derdini dinleyen, konuşan insanlar… Bir ihtiyarın iniltisini kendi uzak evinden duyan insanlar… Düşen, ağlayan çocukların ellerinden tutan, dizlerini ovalayıp gözyaşlarını silen ve duâlar okuyan insanlar. Bizi bağrına basan anneler, babalar, dedeler, nineler…
Sokaklar bomboş. Sokaklar insan dolu. Göremediğimiz seslerle, anılarla, hatıralarla dolu. Kendi içinizde kaybolduğunuz sislerden çıktığınız zaman, yolları bu niyetle arşınladığınız zaman, hiçbir sokaktan kendi yalnızlığınızla başbaşa kalıp geçmezsiniz. Hayatınızın en güzel yanına, hatıraların cennetine taşırsınız o sahnelerdeki güzellikleri bir bir. Bir yerde sanki sizi bekleyen biri varmış gibi, ayaklarınız hızlanır sevdiğiniz yerlere, doğduğunuz evlere doğru adım atmaya başladığınız zaman. Kim tutabilir ki sizi kendi gölgenizden başka?
İnsan kendinde saklı. Hatıraları, içinde saklı.
Sokakların da hafızası var, evlerin de. Ne yaşadıysak, oralarda saklı. Onlar da şahit.
Gözlerinizle fotoğraf çeke çeke geçtiğiniz, seve seve yürüyüp geçtiğiniz o sokaklar var ya, sizinle beraber yürüyorlar. Bir bahar dalı uzatıyorlar şimdi size. Ne götürüyorsanız, hangi duyguyla doluysanız, onunla karşılaşıyorsunuz o sokaklarda. Eski zamanlardan kalmış insanların hatıralarını saklıyor o sokaklar.
Bugün de senin hatıran yazılıyor. Dikkat et. Aklımız bir karış havada yaşadığımız, yürüdüğümüz ve geçtiğimiz o günler, o yollar kim bilir nerde? Yılların geçişine, mevsimlerin art arda geçişine ilgisiz kalabilir miyiz?
“Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım?”
Kalemi elinize alıp yazmak istemeseniz de, bir güç oturtuverir sizi yazının başına. Asla kendinizde olmayan, kendinizde bulunmayan dışarıdan bir güç…
Öyle diyor bir şair:
“Ne mi dünyadaki halimiz?
Tut ki, şebnem gibi oturdun say yeşillikte bir gececik.
Kalkıp gidiyormuşsun gibi sabahleyin.
Öyle say.”
Kendi hayatımızı yaşadığımıza inandığımız an, hayat bir başka güzel oluyor. Onun için de insanın kendini tanıması gerekiyor, hatıralarıyla yüzleşmesi gerekiyor.
“Bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” (Lem’alar, 202)
Siz siz olun, yanınızda her yaştan hatıralar bulundurun. Bir gün gelir, lâzım olur…
Her sabah bir hatıradır aslında. Saksıdaki çiçek gibi gülümser durur yüzümüze. Yüzümüz ki, asırların derin çizgileri var üstünde. Geçer gideriz kayan bir yıldız gibi hayattan. Sokaktan geçtiğimiz gibi. Şimdi bahardır ya, aklımız bir karış havalardadır. Yalnızlığa alışmak gerekiyor.
Kendimizi yakın bilmek gerekiyor Allah’a. Kendimizi bilmek gerekiyor. Nefsini, kendini bilen bilebilir ancak Rabbini.
Aradığımız şeyi, dışımızda bir yerlerde sanırız çok defa, kaybettiği anahtarı yanlış yerde arayan adam gibi.
Başkalarının kusurları, onları eleştirmek, onlarla uğraşmak, ömür tüketmek, insanın kendisiyle dostluğunu kırıyor. Kendinden hoşlanmayan bir yanı, bir ucube gibi ortaya çıkıveriyor.
Bir yanda sevgi, bir yanda nefret… İkisi bir arada nasıl geçinsin?
Dünyanın en bahtiyar insanı, kendini tanıyan, bütün varlıklardan geçip, adım adım Allah’a doğru yürüyendir.
Hayat böyledir işte.
En uzun seyahat, dışımızdaki değil, içimizdekidir. Gözler yorulsa, gönüller ve hayaller asla yorulmaz bu seyahatte. Ve yolcu, sadece gittiği yeri bilen değil, geçtiği yerleri de görendir, yoldaki işaret levhalarını izleyendir.
Dikkat edin, karşınıza anılarınız çıkabilir. Sizi bekleyenler çıkabilir. Ve en son, bir gün muhakkak gelecek olan, “o melek” hiç beklemediğiniz bir anda çıkıp gelebilir. “Azrail’e hoş geldin diyebilmek de hünerdir.” Ne varsa sizde, yanınızda, öylece kalakalırsınız, gidiverirsiniz.
Dahası yok. Ne yaşadıysanız odur işte. Arkanızdan yüzlerce el sallayan olsa da, siz tek başınıza çıkarsınız bu yolculuğa.
Bir fırsattır her sabah. Son yolculuğa çıkmadan önce, evin kapısını açıp, tek tek sokakları arşınlayıp, sisler içerisinden çıkıp, hatıralarla beraber yürüyüp sizi bekleyen sevdiklerinizin kapısına bir bahar dalı takmak üzere…
Böyledir işte. Bir bahar dalı uzatalım dedik size. Bugünlük de bu kadar olsun sevgili dostlar. Bir uzak diyardan duâlarınızı bekleyerek, ama size kendimizi yakın hissederek…
Hz. Peygamber’e (asm) sonsuz salât ve selâm ile…
Hatıralarını biriktiren ve en güzel yerde saklayan, ömrünün bugününü son gün bilip tertemiz bir sayfa açmaya niyetlenen bütün dostlara selâm olsun.
Selâmın en güzeliyle, duânın en güzeliyle…
Bir bahar dalı uzatalım dedik size. Çiçek açmış, meyve vermeye hazır bir bahar dalı. Siz de oradan uzatın duâlarınızı bir bahar dalı gibi. Kuruyan yüreklerimize su gelsin, rahmet gelsin inşallah.
Haydi Bismillah…
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasulallah…
Bir bahar dalı da Üstadımız uzatıyor bize. Baharınız mübarek olsun. Tefekkür dolsun…
“İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl’i de görmeye müştaktır.”
(Sözler, 289) 
Selim Gündüzalp

Bak, şimdi daha güzelsin!

 

 

Bak, şimdi daha güzelsin!
Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır..Bediüzzaman
Bilmece gibi insanlar çok ,çöz çözebilirsen.
İşte onlardan biri, sahilde oturmuş, eliyle dalgaları sayıyormuş. Oradan geçmekte olan biri de, kendi gibi boş gezenin boş kalfası zannedip, takılmak istemiş garibime.

 

“Hemşerim, şimdiye kadar kaç oldu?” diye sormuş.

 

Adamcağız başını bile kaldırmadan:

 

“Geçen geçti” demiş, “hepsi BİR, hepsi BİR.”

 

 

Yüzümüzü, kesretten vahdete, çokluktan birliğe, yani tekliğe çeviren arı duru bir söz. Karmaşa nerede olursa olsun rahatsız ediyor insanı. Ruhumuz birliğin âhengi içinde nefes alıp rahatlıyor.

 

Çok düşün, az konuş… Boğayı boynuzundan, insanı sözünden tutarlar. İyisi mi; güzel söyle, güzel işit. Kimseye hor bakma. Viranelerde gizli hazineler var. Bulutun arkasından ay çıkar. Bir söyle, Bir’i söyle. Sadece Bir’i.

 

Yaratılışın esrarı varlığın o çetin bilmecesi bu sırda gizli. Vahdettedı. Kur’ân’a, peygambere ihtiyaç olmazdı.

 

Oysa göz görmek için güneşe muhtaç olduğu gibi, akıl da anlamak için Kur’ân güneşine muhtaç. Halk eden Hâlık, mahlûkunu bilmez mi? Ona lâzım olan neyse vermez mi?

 

Evet, bize de ihtiyacımız olan her şeyi vermiş. O’nu bilmemiz, O’nu bulmamız için. Yeter ki, gözümüzün ve kalbimizin önündeki gaflet perdelerini sıyırıp açalım.

 

Bediüzzaman, burada da bize eserleriyle yol gösterici oluyor. Bizi düşünmeye, tefekküre çağırıyor:

 

“Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. ‘Ne diyorsunuz?’ de. Elbette ‘Yâ Celil, yâ Celil, yâ Aziz, yâ Cebbar’ dediklerini işiteceksin. Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. ‘Ne diyorsunuz?’ de. Elbette ‘Yâ Cemil, yâ Cemil, yâ Rahim, yâ Rahim’ diyecekler.”

 

Evet, uyuyan nefes alır, uyanan helâllik alır. Hayat gözünü dört açan, şaşılacak çok şeyler görür. Geç kalmaz eksiklerini gidermekte. Nöbetçi kulelerden son boru sesini öttürmeden alış verişini tamamlar, ticaretini kusursuz yapar da öyle döner, öyle girer kapıdan içeri.

 

Ağır olan sırtımızda taşıdığımız yükler değildir. En ağır yükler günahlardır… Bir ömrü sarsan hatalardır. Hatalardaki ısrarlardır.

 

Tövbe sularında yıkan. Yıkan ki, silinsin, gitsin içindeki bu kirler. Oh çok şükür devası var her derdin. Hüner onu bulmak. Bir şey ki hayırlı, onu yap önce. Onu öne al.

 

Bırakmaz ki peşini şeytan. Bu da güzel. Neden? Kıymetlisin, sırlar sende, içinde gizli de ondan. Değerini, görevinin önemini bildiriyor sana. Öyle değil mi? Kırk harami bir çulsuzu soyamaz. Yok ki garibin bir şeyi… Sende ise çok şeyler var. Bilir o şeyin ne olduğunu şeytan. Onun için peşinde. Kendinde olmayan sende var, onu sende görmek, çıldırtıyor mel’unu. Kıskanç şeytan, işte onun peşinde. Değerini bil… Oyuna gelme. Günah yollarının üzerinde kedinin fareyi beklediği gibi bekliyor. Onun adımlarını izleme. Bırak o seni izlesin. Hiçbir şey yapamaz. Çirkin bir gölgedir o. Ara sıra lâf atar, söz atar. Vesvese verir, hatırlatır kendini. Her daim sen de ALLAH’ı hatırla. Euzu besmeleyi unutma. Kahret yüz kere, bin kere kahret onu.

 

Güzelce yürü, git işine aldırma. Hayırda kılavuzun, yolunda olduğun rehberin var. Adım adım izlediğin Sevgili Peygamberin (a.s.m.) var. Dostu güneş olan, gölgelerden korkmaz. Tevhide yürü, dilinde kutlu kelimelerle.

 

“Lâ ilahe illâ ente subhaneke innî küntü minez-zâlimîn.” Şayet bir aksilik zuhur eder, öfke damarın kabarır, kızarır bozarırsan, çok da üzülme, kederlenme. Sadece imtihandayız ve dünyadayız, bil o kadar. Rabbimizin inayeti ve gözetimi altındayız. Kimse kılına bile bir zarar veremez. O izin vermedikçe, O istemedikçe. Bunu hatırlaman için her şey. O’na koşman için… Perdelere takılma. Kusurlar perdelerde, ALLAH’ın yaratmasında bir kusur yok.

 

Bak iyiliğin güneşi içine vurmuş.

 

Şimdi daha güzelsin.

 

Araban mı bozuldu, elbisen mi yırtıldı, bir sevdiğinin, bir yakınının başına bir musibet mi geldi? Boğuyor mu seni samimiyetsizlik? Hasta mısın? Bir başına mısın? Kendini, kendine karşı zayıf mı buluyorsun? “Mülk O’nun” de. İstediği gibi tasarruf eder. Bana düşen pencerelerden ibretle seyretmek: ‘Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler’ demek. Görevin bu senin. Rabbimizin harika icraatını ve her şeydeki faaliyetini ibretle bakıp seyretmek, MaşALLAH, SübhanALLAH demek. Elinden geliyorsa yardım etmek, duâ etmek.

 

Güzelsin.

 

Şimdi daha da güzelsin. İyiliğin güzelliği içine vurmuş. Tövbe sana yakışıyor. Ümitli olmak insana çok yakışıyor. Yürüyüşün bile değişiyor. Ümit karın doyurmaz ama, ruhu pek âlâ doyuruyor. Hakikî açlık ruhta; midede olsaydı bir simit yetmez miydi?

 

Evler, eşyalar bataklığı, bir silkelense mutfaklar, buzdolapları, odalar. Kaç fakirin evi düzülecek. Kim bilir kaç fakirin gönlü sevinecek. Aldıklarımızı da giyebilsek, kullanabilsek bari.

 

Öyle samimî, öyle candan insanlar tanıdım. Aldıklarını, elindeki fazlalıkları niye yıllardır tutuyorum, veremiyorum diye ağladıklarını biliyorum. Artık fakirler kadar, veremeyen zenginlere de acıyorum. Rabbim vermenin sırrını kalplerinde yeşertsin İnşaALLAH. Vermek dediğin, annem gibi, yarım simitle de olmalı. “Al götür kardeşinle paylaş” dediği gibi, aza çoğa bakmadan içten olmalı.

 

Açık büfeden aldığı bir tepsi yemeği yemeyip bırakan biri söyleniyordu: “Gözümle aldım, bu israf ondan. Midemle alsaydım bir tabak yeterdi ama gözüm aldattı” diyordu.
Göz açtır. Doymaz. Göz, nefsin oyuncağı olunca hele hiç doymaz. İster de ister, sadece ister. Yattığın odaya, yatağa bak. Oturduğun koltuğa, yediğin yemek kabına bak. Bütün ihtiyacın bu kadar. Fazlası ruha yük. Hakikî görevinden, ALLAH’a ibadetinden uzaklaştırır. Yoldan, baştan çıkarır insanı. Yola gelmek, kanaat ile, gönül zenginliği ile. Nasıl olsa elden çıkacak şeyler. Alanı tatmin etmeyen şeyler, verilen kimseyi mutlu eder mi sanıyorsun? Aldanıyorsun.

 

Bu asır, köleliğin, esirliğin hortladığı bir asır. Dört bir yandan saldırıya maruzsun, haberin olsun. Vitrinler, reklâmlar, çarşı, pazarlar hepsi, ihtiyacın olmayan şeyleri sana sunuyor. Çağırıyor gel de al diye. Sonra onları ödemek uğruna çabalamalar. Yetmeyen kazançlar. Sonra zorlanmalar ve haramlar. Oysa hayatın gerçeği bu değil. Mal istiyorsan, kanaat yeter. Zenginlik istiyorsan, bir nefes şükür yeter. O da yetmiyorsa düşün, ölümü düşünmek yeter. İki dünyayı ayıran bir ses değil, bir nefes. Kaç nefeslik ömrün var, onu düşün. Yokuşlarda tüketme o güzel ömrü, beyhude bitirme o güzel ömür sermayeni. Tövbeye yanaş, ibadete uğraş. İyiliğe çalış.

 

Bak şimdi daha güzelsin. İçine doğan iyiliğin güneşi yüzünde parlıyor. Karanlıklar seni bekliyor. Haydi, önce kendini nurlandır, doğruca güzel bir abdest almaya, doğduğun gün gibi o mübarek sularda yıkanmaya. Bak ne büyük bir müjde gizli abdestte:

 

“Sizden kim, abdest suyunu hazırlar, ağzına ve burnuna su çekerse, mutlaka yüzünden, ağzından, burnundan hataları dökülür. Sonra ALLAH’ın emrettiği şekilde yüzünü yıkarsa, yüzünün bittiği mahallin etrafından suyla birlikte yüzüyle işlediği günahlar dökülür. Sonra dirseklere kadar kollarını yıkayınca, ellerinin günahları su ile parmak uçlarından dökülür gider. Sonra başını mes edince, başının günahları saçının etrafından su ile birlikte akar gider. Sonra topuklarına kadar ayaklarını yıkayınca, ayaklarının günahları parmak uçlarından su ile birlikte akar gider. Sonra kalkıp namaz kılar. ALLAH’a hamd ve senada bulunur. O’na lâyık şekilde tazimini gösterir ve kalbinden ALLAH’tan başkasının korku ve muhabbetini çıkarırsa, annesinden doğduğu gündeki gibi bütün günahlarından arınır.”

 

 

Ve şimdi iyiliğe, ümide doğru bir adım daha. Muhtaçlara vermeye, ille de para mı, eşya mı? Yok canım, gönül vermeye, gönül almaya. Asıl zenginlik bu. Emanetin içinde.

 

Cimriye dünya verilse, bir iğne vermez muhtaca. İşimiz yok. Geçelim bu gölgeyi. Güneş olup aydınlatmak için, gönlümüzdeki sevgiyi paylaşmak için, yürüyelim bir hasta kardeşimizin ziyaretine. Hem de ne şevkle, ne ümitle. Doktor da sensin onun için, şifa da. Bir dost çok şeydir unutma. Bir hatır, bir saraydır. Bir lokmadır hastaya, yalnıza. Gönül almaya bak çağında. Tembellik eder isen, bak desteğin olsun, ümidin şevkin olsun yine Sevgili Peygamberimizin şu mübarek ve müjdeli sözleri:

 

Resulûllah (a.s.m.) buyurdular ki: “Kim bir hastayı akşam vakti ziyaret ederse, onunla mutlaka yetmiş bin melek çıkar ve sabaha kadar onun için istiğfarda bulunur. Ona cennette bir bahçe hazırlanır. Kim de hastaya sabahleyin giderse, onunla birlikte yetmiş bin melek çıkar, akşam oluncaya kadar ona istiğfarda bulunur. Ona cennette bir bahçe hazırlanır.”

 

 

Besmele çekmeden yemek, bu nimet ALLAH’ın değil benim demek… Bu yanlışa düşmemek için gelin:

 

“ALLAH adın zikredelim evvelâ,

 

Vacip oldur cümle işte her kula,

 

ALLAH adın her kim ol evvel ana,

 

Her işi âsan ide ALLAH ona,

 

ALLAH adı olsa her işin önü,

 

Hergiz ebter olmaya ânın sonu.

 

Her nefeste ALLAH âdın de müdam,

 

ALLAH adıyla olur her iş tamam.

 

Bir kez ALLAH dese aşk ile lisan,

 

Dökülür cümle günah misli hazan.

 

İsm-i Pak’in pak olur zikreyleyen,

 

Her murada erişir ALLAH diyen.

 

Aşk ile gel şimdi ALLAH diyelim,

 

Derdile gözyaşıyla ah edelim.”

 

Süleyman Çelebi’nin ruhuna rahmet olsun. Sevgili Peygamberimize (a.s.m.) sonsuza kadar salâtü selâm olsun…
Selim GÜNDÜZALP

 

Yağmur Damlası…

Yağmur Damlası…
Ben gökyüzünde, bulutlar arasında, ilâhî emri bekleyen bir yağmur damlasıyım.
Denizlerde bir damlaydım bir zamanlar, küçümsediniz beni. “Koca denizde bir damla” dediniz, bir şeyin değerini az göstermek için.

Musluklarda bir damlayken, görmezden geldiniz. “Aman canım, bir damladan ne çıkar” diye söylendiniz.

Bir gün buharlaşıp buraya geldim. Sayısız başka damlalarla beraberim. Her birimiz o ilâhî emri bekliyoruz. “Yağ” emriyle beraber her birimiz birer melek eşliğinde ineceğiz. Evet, bir melek eşlik edecek ki, hiçbir insan bizden zarar görmesin, hiçbir çiçek ezilmesin, hiçbir dal kırılmasın. Usul usul inelim, saçlarınıza, çiçeklere, yapraklara, bir kedinin tüylerine, bir aslanın yelesine, çatlamış toprağa…

Ben nereye düşeceğim kim bilir… Bakmayın “kimbilir” dediğime, aslında yazılı, benim nereye düşeceğim. Milimi milimine belli hem de. Ben bilmiyorum diye, siz bilmiyorsunuz diye, kimse bilmiyor değil.

Belki bir gencin yeni taranmış saç tellerine, belki göğe açılmış bir avuca, belki bulutları izleyen bir göze düşeceğim.

Tek başıma dağılmayacak o saç, tek başına sırılsıklam etmeyeceğim o eli, tek başına suyla doldurmayacağım o gözü. Ama dağıtmış gibi, sırılsıklam etmiş gibi, suyla doldurmuş gibi hissettireceğim.

Belki biraz ürperteceğim, biraz serinleteceğim, biraz şaşırtacağım. Ama her halde sevindireceğim. “Yağmur yağıyor” dedirteceğim. “Yağmur yağıyor” diye tekrarlatacağım. “Çok şükür” diyecek mi, üzerine düştüğüm insan, bilmiyorum. Ama emir bekleyen o damlalardan pek çoğunun bunu duyacağından eminim. İnsanların içini inanmanın güzelliğine dair bir huzurla dolduracağımızdan da eminim. “Bu kadar yağmur yeterli değil” diyen resmî ağızlara aldırmadan sevinileceğinden de eminim.

Yağmur duası ile alay eden, burun kıvıran, aşağılayan insanlara da yağacağız. Onların da yüzünü, gözünü ıslatacağız, elbiselerine bulaşacağız.
İnanan, inanmayan ayırt etmeyeceğiz.
Bütün insanlığın üzerine bir rahmet olarak ineceğiz.
Yağmayacağız, yağdırılacağız.
Ben ve arkadaşlarım, o ilahî emri bekleyen yağmur damlalarıyız.
Yakında inşaallah görüşeceğiz..

Murat Çetin