umutlarını kuyuya attığın demde bin Yûsuf tesellisidir o Gülsîma…

Geç kaldığın yerde bir Yûsuf sözlü bekler seni

O gül yüzlünün yüzünden kovulduğu andan sonra, hiç kimse ona bakmadı, hiç kimse onunla konuşmadı. Mekke’ye doğru yürüyen koca ordunun içinde, Ebu Süfyan ve oğlu yapayalnızdı. Geç kalmıştı… Geç kalmaya dair lügatlerde, meydanlarda, köşelerde, şiirlerde ne kadar acı söz söylenmiş ya da yazılmışsa, hepsi birden amansız arı vızıltıları gibi doluştu kulaklarına. Kaçırılmış şeylerin hepsi, ama hepsi, bir gülücük belki, bir güzel kucaklaşma, bir tatlı bakış, kardeşçe bir dokunuş omuzlarına indi.

Geç kalmışlıkların cümle pişmanlıkları alev alev cehennem olup yakasına yapıştı. Dudakları kurudu. Sesi iç çekişlerine söz olamadı utancından. Geç kalmışların, gafillerin, haksız yere unutanların, kadir kıymet bilmeyenlerin yanı başında, eşsiz bir kadirşinaslıkla suskunca bekleyen o “Ah!” sesi bile, korkup geri çekildi dudaklarından. “Ah ki, ah çekemediğime ah!” Çöllerin bile birbirine eklenerek anlatamayacağı, dağların omuz omuza verseler de güç yetiremeyeceği uğursuz bir uzaklığın beri ucunda kalakalmıştı Görmek istediğine görünmemek için saklandı önce. Saklanmak zorundaydı. Çünkü dostluğuna geciktiğine göstereceği yüzü bir “düşman” yüzüydü. Kimliğini taşıyan yüzü “sevilmeyesi” bir yüzdü, bakışını besleyen gözü “bakılmayası” bir gözdü, umutlarını besteleyen sözü “güvenilmeyesi” bir sözdü. Saklanması o yüzdendi, o gözdendi, o sözdendi. Huzuruna vardı. Yüzünü mahçup gölgelerden çıkarıp usulca onun gözlerine bıraktı. Gül yüzünün coğrafyasında başını sokabilecek daracık bir kuytuya da razıydı ama….

Gülleri güldüren o yüz çevrildi yüzünden. Yüz bulamadı. “Kardeşim!” deyip de sarılması ne büyük cennetti ona. Cennete alınmadı. Eskiden olduğu gibi aynı memeden aynı ılık sütü içer gibi mesafesiz bir yakınlıktı umduğu. “Süt kardeşi”nin dudağındaki tek bir kıpırtı dağ gibi pişmanlıkları yıkabilirdi. Kirpiklerinin ucundan yol bulacak tek bir müşfik bakış, yüreğinin bütün yangınlarına su olabilirdi. “Benden yüzünü çevirince, yüzünü çevirdiği tarafa geçtim. Yine yüzüme bakmadı, öbür tarafa çevirdi yüzünü. Utandım. Yakın uzak her şey beni sıkmaya başladı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ona çok sıkıntı vermiş, çok kırmıştım. O benden yüz çevirince, dostları da yüz çevirdi.” Gülücüklerimizin hepsini borçlu olduğumuz o yüz, o sabah, Ebu Süfyan bin Hâris’e dönmedi. O gül yüzlünün yüzünden dostluk görmeyi en çok istediği, en çok hak ettiği kişiydi. Amca oğluydu. Süt kardeşiydi. Çocukluk arkadaşıydı. Ne yazık ki O’nun müjdeli çağrısını ilk reddedenler arasında oldu. Bu çağrıyı O’nu dostlarını aç ve susuz bırakarak susturmak isteyen zorbaların yanında yer aldı amcasının oğlu. Daha da ileri gidip O’nu aşağılayan şiirler yazdı. O gül yüzlünün yüzünden kovulduğu andan sonra, hiç kimse ona bakmadı, hiç kimse onunla konuşmadı. Mekke’ye doğru yürüyen koca ordunun içinde, Ebu Süfyan ve oğlu yapayalnızdı. Ebubekir’e [ra] koştu önce.. Sonra Ömer’e [ra]… Cevapları aynı oldu: “Allah’ın elçisinin yüz çevirdiği kişiye ben dost olamam…” Olmadı.

Amcası Abbas’a [ra] yalvardı. “Sana yakınlık gösterirsem, onu üzmekten ve kırmaktan korkarım…” cevabı umutlarının kanatlarını kırdı. Ali’ye [ra] gitti en sonunda. Sızlandı. Sızlandı. Ali’den [ra] de çare yoktu. Utancı kaldı sadece yanında. Neden sonra, Ali [ra] yaklaştı. Çareyi fısıldadı. Çöllerin hepsini kurutan, dağları yerinden oynatan bir umuttu dudağından dökülen: “O’na arkasından yaklaş ve Yusuf’a [as] kendisini kuyuya atan kardeşlerinin en sonunda pişmanlıkla söylediğini söyle….” Geç kalan adam, yüzünden yüzünü sakınan Gül Yüzlü’ye yaklaştı. Fısıldadı. Bir ayetti nefesine sımsıcak dolanan, sesine terü taze umutlar saran: “Vallahi, Allah seni bize üstün kıldı; biz sana yaptıklarımızla hatta ettik, suçluyuz.” [Yusuf, 91] Gül yüzlü ilk defa çevirdi yüzünü süt kardeşine. Geç kalan adam ilk defa sevindi. Ama utancı daha ağırdı. Yüzü yerdeydi. Yûsuf’un [as] kardeşlerine söylediği söz yeniden ete kemiğe büründü Muhammed [asm] diye göründü, utançla kanayan kardeş yüzüne serin bir gül tesellisi olup dokundu: “Bugüne kadar yaptıklarınızdan kınanmayacaksınız. Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir.” [Yusuf, 92] Geç kaldığın yerde bin Yûsuf tecellisidir; umutlarını kuyuya attığın demde bin Yûsuf tesellisidir o Gülsîma…

senai DEMİRCİ

Elinde bir çare varsa, söyle… Yoksa sus! Bak, Kuran kâinatı okuyor…

Ölümü Öldür de Gel…

EVET, ZOR… Kabul ediyorum… Kim dedi ki, kolay diye… Bana “Sözler” kitabındaki bir örnek öyküyü hatırlattın… Sana kısaca anlatmalıyım…

Bir asker hayal et… Savaş meydanında… İki yanında iki derin yara var… Arkasında büyük bir aslan… Pençesini kaldırmış, her an vurabilir… Önünde bir idam sehpası, sevdiklerini asıp öldürüyorlar… Biliyor, sıra kendisine de gelecek… Bir yandan da yolculuk etmek zorunda, uzun bir yola gidiyor ister istemez… O çaresiz adam, korku içinde beklerken bir nurani adam geliyor… Diyor:

“Ümidini kesme… Sana iki tılsım öğreteceğim, güzelce kullanırsan arkandaki aslan senin emrinde bir at olur, biner gidersin… O idam sehpası da hoş bir salıncağa döner… Biner, keyif edersin… Bir de, sana iki ilaç vereceğim… Kullanırsan yaraların güzel kokulu güllere döner… Sana bir de bilet… Onunla, bir yıllık yolu bir günde gidersin, tıpkı uçar gibi… İnanmıyorsan bir dene, anlarsın…” Asker, bir parça denedi… Hak verdi o hayırlı adama…

Sonra sol tarafından başka biri çıkageldi… Şeytan gibi aldatıcı, sinsi, ayyaş bir adam… Yanında içkiler, süslü suretler, çekici görüntüler, ayartıcı fanteziler… Ona dedi:

“Arkadaş! Bizimle gel… Yiyelim, içelim, şu hoş şarkıları dinleyelim, çılgınca dans edelim… Gülelim, eğlenelim, kam alalım dünyadan…”

Baktı, askerin dudakları kıpırdıyor…

“Ne okuyorsun?” dedi.

“Bir tılsım” dedi asker.

“Bırak şu anlaşılmaz işi, keyfimizi bozmayalım…”

“Elindeki ne?”

“Bir ilaç.”

“At gitsin… Neyin var… Eğlenme zamanıdır…”

“Elindeki kâğıt ne?”

“Bir bilet… Yolculuk sırasında yayan ve aç kalmamak için…”

“Yırt gitsin! Şu güzel günde yolculuk nemize gerek!”

Buna benzer aldatıcı sözlerle onu kandırmaya çalıştı… O da ona aldanıp gidecekti ki, sağ tarafından gök gürültüsü gibi bir ses geldi:

“Sakın aldanma! O aldatan sersem herife de ki: Önce arkamdaki aslanı öldür… Önümdeki idam sehpasını kaldır… Bana acı veren yaralarımı tedavi et… Zorunlu yolculuğumu bitir… O zaman de, gel keyif sürelim… Yoksa sus! Ben, o Hızır gibi hayırlı adamı dinlemek istiyorum…”

Nasıl, güzel mi öykü… Bizim hayatımız aslında… O asker sensin… Yani insan… Aslan ise, eceldir… Her an gelebilir… İdam sehpası ise, ayrılıktır, ölümdür… Geceler gündüzleri izlerken sevdiklerin de gider bir bir… Sıra sana da gelecek… İki yara ise, sendeki acizlik ve fakirlik… Elin ermez, gücün yetmez… Neyin varsa emanet, senin hiçbir şeyin yok… Verilmiş, alınacak… İstersin, ama yaratamazsın… Yolculuk ise, ruhlar âleminde başlar… Dünyadan, çocukluktan, ihtiyarlıktan geçer… Sonra kabir, berzah, haşir, sırat, ahiret… Zamanı durduramazsın… Gitmek zorundasın…

İki tılsım ise, Allah’a iman, ahirete iman… İmanı olana ölüm güzel gelir… İnsanı cennete götüren, sevdiklerine kavuşturan bir binek olur… Ölümün hakikatini bilenler ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler… Zamanın geçmesi olgun mümini korkutmaz… Yalnız ayrılık görmez o… Sinema makinesi gibi dönen dünya yeni manzaralar gösterir ona… Güzellikler tazelenir… Keyif veren sahneler birbirini izler… Gidenler yok olmadılar, bilir… Yerine gelen var… Çünkü yapan, yaratan bakidir, kalımlıdır, yine yaratır…

Öbür ilaç ise… Biri, sabır ile Allaha tevekkül etmek… Elinden geleni yaptıktan sonra sonsuz merhamet sahibine güvenmek, dayanmak… Tıpkı annesine koşan bir bebek gibi, Allahın rahmet kucağına sığınmak… İkinci ilaç, verilen nimetlere şükürdür… Çalışmasının sonucuna kanaat ederek Allahtan istemek… Yalnız ona minnet duymak… Allaha karşı kendini sonsuz fakir hissetmek…

Kaldı bilet… O bilet ise, başta namazdır… Sonra öbür buyruklar… Bir de, büyük günahlardan uzak durmak… Kuran’ın dediklerini yapmak ebediyete giden yolda bize lazım… Işıktır, azıktır, binektir onlar…

Şimdi düşün! Beş vakit namazı kılmak pek kolay… Yedi günahı terk etmek gayet hafif… Ya sonuçları… Neticesi, meyvesi, faydası… Sana sonsuza kadar lazım…

Birileri seni günaha davet ederse, de onlara: “Benim sonsuza uzanan arzularım var, sen tatmin edebilir misin? Manevi yaralarıma deva bulabilir misin? Ölümü öldürebilir misin? Kabir kapısını kapatabilir misin? Uzun bir yola gitmek zorundayım, durdurabilir misin? Elinde bir çare varsa, söyle… Yoksa sus! Bak, Kuran kâinatı okuyor… Ben, onu dinlemek, o nur ile nurlanmak, bu dünyada huzur bulmak, öbür dünyada kurtuluşa ermek istiyorum…”

Ömer Sevinçgül

dost cana aynadır…

GERÇEK DOSTLUK
İkisi, çok samimi dost ve arkadaşlardı. Fakat, biri çok kurnaz, atılgan ve hareketli, diğeri ise çok saf, dürüst ve sessizdi.
Bir gün kurnaz olanı, yine arkadaşının yanına giderek işlerinin bozulduğunu söyler ve kendisinden para ister. Samimi dostu onu hiç kırmaz ve elindeki bütün parayı arkadaşına verir. Arkadaşı bu parayla işlerini düzeltir.

Bir süre sonra kurnaz olanı, yine arkadaşının yanına gider ve arkadaşının evlenmek üzere olduğu nişanlısını çok beğendiğini ve mutlaka onunla evlenmek istediğini, bu iyiliği kendisine yapmasını ister. Arkadaşı çok şaşırır, ne diyeceğini bilemez. Fakat aralarında o kadar kuvvetli sevgi ve dostluk vardır ki, arkadaşının mutluluğu için bu teklifi de kabul eder ve arkadaşı için nişanlısından vazgeçer.

Zaman içinde saf olanın işleri bozulur ve birden arkadaşı aklına gelir “Ben ona sıkıştığında iyilik yapmıştım” diyerek, arkadaşının iş yerine gider ve kendisine çalışması için iş vermesini ister. Arkadaşı ona iş vermez. Bizimki pişmanlık ve üzüntü içinde geri döner, ama yine de “bir bildiği vardır” diyerek arkadaşına kızamaz.

Saf ve temiz olanı bir gün sokakta dolaşırken, yanına hasta ve yaşlı bir adam yaklaşır. Fakir olduğu için ilaç alamadığını söyler. Bizimki yaşlı adamcağıza acır, istediği ilaçları alır ve adamcağıza verir. Kısa bir süre sonra yaşlı adamın öldüğünü duyar. Yaşlı adam çok zengindir ve bütün mirasını kendisine bırakmıştır. Saf adam artık yaptığı iyiliğin karşılığı olarak zengin biri olmuştur. Biraz da sevdiği dostuna olan kırgınlığıyla dostunun iş yerinin karşısında bir ev alır ve oraya yerleşir.

Bir gün evin kapısını bir dilenci kadın çalar. Yaşlı kadın “çok aç olduğunu” söyler ve “kendisine yemek vermesini” ister. Bizim saf, hiç düşünmeden kadını içeri alır, karnını doyurur, kimsesinin olmadığını öğrendiği kadına, kendisinin de yalnız olduğunu söyler ve “Bu evde birlikte yaşayalım, sen evin işlerini ve yemeklerini yaparsın” der. Yaşlı kadın hiç düşünmeden kabul eder.

Bir süre sonra yaşlı kadın, bizimkine, “Kendine uygun bir kız bulup evlenmesini” söyler. Bizimki böyle bir kızı nasıl bulacağını, kendisinin tanıdığı olmadığını söyler. Yaşlı kadın ona uygun bir kız tanıdığını ve kendisiye görüşebileceğini söyler. Görüşmeler sonucunda evlenmeye karar verilir ve düğün davetiyeleri basılır. Bizimkisi kırgın olduğu halde, çok samimi dostunu unutamamıştır. Biraz da geldiği konumu görmesi açısından, samimi arkadaşına da davetiye gönderir.

Düğün günü gelir çatar. Saf adam, düğün salonunda bazı şeyler söylemek isteğiyle mikrofonu alır ve başlar yaşadıklarını anlatmaya; “Eskiden çok sevdiğim bir dostum vardı. Bir gün işleri bozulunca benden borç para istedi elimdeki bütün parayı verdim. Evlenmek üzere olduğum nişanlımı çok beğendiğini söyleyerek benden istedi. Çok üzülerek onu da kendisine verdim. Çünkü biz gerçek dosttuk, onun üzülmesini istemedim. İşlerim bozulduğunda onun fabrikasına gittim ve çalışmak için kendisinden iş istedim. Bana iş vermedi, çok üzüldüm, ama yine de arkadaşıma kızmıyorum. Çünkü biz gerçek dosttuk!..”
Bu konuşma üzerine kurnaz arkadaşı daha fazla dayanamaz, mikrofonu eline alır ve başlar konuşmaya; “Benim de bir zamanlar çok sevdiğim bir dostum vardı. İşlerim bozulduğunda kendisinden para istedim. Bütün parasını bana verdi. Sonra ondan nişanlısını istedim. Üzülerek onu da bana verdi… Nişanlısını istememin nedeni, o kadının arkadaşıma layık bir kadın olmamasıydı. Kendisi çok saf ve temiz olduğundan, arkadaşımı o kadından bu şekilde kurtardım. İşleri bozulduğunda gelip benden iş istedi. Arkadaşımı kendi emrimde çalıştıramazdım. O yüzden kendisine iş vermedim. Günün birinde karşılaştığı adam benim babamdı. Babam ölmek üzereydi, onu arkadaşımın yanına ben gönderdim ve mirasını ona ben bıraktırdım. Evine gelen dilenci kadın benim annemdi. Ona bakıp iyi yaşamasını sağlamak için ben gönderdim. Şu anda evlenmek üzere olduğu bayan da benim kız kardeşim. Onu arkadaşımla evlenmesine ben ikna ettim. Değerli misafirler, işte biz öyle gerçek dostuz…

aciz ahmed’in notu; o kadar geçici dünyanın süsüne aldanmışızki kimsenin karşılıksız bir şey yapabileceğine inanmıyoruz,herşeyimiz ben eksenli,hep menfaat üzerine düşünüyoruz Allah için sizlerden hiç bir şey beklemeden sırf onun rızasına ermek için gayret eden nice gönül insanı olduğunu unutmayalım.ben yerine biz maddi menfaat yerine manevi dostluk ortamının yeniden tesisi için çaba sarfedelim.ve eğer dost isek Allah için dost olalım ve birbirimize inanalım yüz tane iyi hasleti olan bir insanı bize uymayan bir hasleti için hemen kestirip atmayalım unutmayalım ahde vefa da imanın gereğidir…vesselam

Ağlayın, su yükselsin belki kurtulur gemi….‏

Ağlayın, su yükselsin belki kurtulur gemi….‏

Hiç sadece kendinize ait bir seccadeniz oldu mu? Çok bunaldığınız bir günün gecesinde, abdestinizi alıp alnınızı seccadenizin yumuşaklığına bırakıp huzur duygusunu yaşadınız mı hiç? Teslimiyet duygusunu tattınız mı gerçekten, o en özel anda; secde ederken..

Ayakuçlarınız, dizleriniz, avuç içleriniz ve alnınız yere değerken Ona en yakın oluş anını anlamaya, hissetmeye çalıştınız mı? Bunu ısrarla defalarca denediniz mi?

Sabah namazını camide kıldınız mı yakınlarda? Sabah namazı cemaatinin yüzlerine bir bakın, onların hallerini anlamaya çalışın. Bizim güzel dinimiz Allah a şükür- bizlere sadece ahiret saadeti değil dünya saadetini de vaat ediyor.

Sabah namazı, günün en özel anı.. O saatte uyanıp pencerenizi bir açın ve kuşları dinleyin. Düşünün, anlamaya çalışın kuşların çırpınırcasına bize neyi anlatmaya çalıştıklarını.Abdest aldıktan sonra, sabah namazını kılıp ilgili şeytanlar bizden uzaklaştıktan sonra birden kendimizi nasıl da dinç, zıpkın gibi hissetmemiz ilginç değil mi?

Öğle namazı& Günün tam ortası, sabahın yoğun koşuşturmasının ardından bir durup dinlenme, zihnini boşaltma ve tefekkür molası. Veyahut yeniden şarj olma. Günün tam ortasında olduğumuzu hatırlama. Bir nevi bir anı yakalama şansı. İman etmemiş kimsenin anı yaşayabileceğine inanmıyorum şahsen. Çünkü gerçek huzuru yakalamak ancak gerçek imanla mümkün. İmani anlamda zafiyet gösterdiğimiz, dünyaya daldığımız zamanları düşünün. Böyle zamanlarda yaptığımız, acı ve haz arasında gidip gelmekten başka bir şey değil. Haz anlarında yakaladığımızı sandığımız huzur duygusu ise gerçek değil, geçici.

Ve ikindi. İkindi vakti günün ayrı bir huzur anı. Fırsat bulabilirseniz büyük bir camiye ezandan on dakika önce gidip avluda oturmanızı öneriyorum. Mevsim de uygunsa bu on dakikalık zamanı açık havada tefekkür ederek geçirmek nefis oluyor. Gerçek manada bir tefekkür seansı için Esma-ül Hüsna dan bir isim seçmek, bu ismi zikrederek derin düşüncelere dalmak özellikle harika. Bunun üstüne 4+4 lük bir ikindi namazı, Rahman ın rahmetine mazhar olmak duasıyla.

Akşam namazı, akşama selam verme anında, günün bir diğer özel zamanında yeniden O nun (c.c) huzuruna çıkış. Yeniden dünyaya, dünya işine bir mola vermek. Ya da daha doğrusu asla rücû!.

Uyumadan önce, günün son namazı; yatsı& Uzmanlar kişinin bilinçaltına en etkili mesajların gönderildiği zamanların uyumadan önce ve uyuduktan hemen sonraki zamanlar olduğunu belirtiyor. Uyumadan ve uyanınca kılınacak namazlar imani farkındalığımızı artıracak faaliyetler olacaktır. Gece, günün muhasebesinin yapılacağı ayrı bir tefekkür dönemi. Bu zaman dilimine girerken uçan halımıza binip, alemlere manevi bir yolculuk yapmak ne güzel.

Ağlayın, su yükselsin belki kurtulur gemi
Anne, seccadem gelsin bize dua et emi!  

(Necip Fazıl KISAKÜREK)


Ebubekir KALKAN