Ne Gözden Iraksın, Ne Gönülden Uzaksın…

Ne Gözden Iraksın, Ne Gönülden Uzaksın

 

Kim demişse demiş; “Gözden ırak olan, gönülden de uzak olurmuş” diye. Kimin için söylenmiş, neden söylemişler bunu? Birileri için doğru olsa da bu söz, Senin için yalan yâ Resulallah. Sen ne gözümüzden ırak, ne de gönlümüzden uzaksın.
Gönül evim Seninle, hatıranla dopdolu. Ey uzaklarda zannedilen, Mekke’de, Medine’de aranan Şanlı Nebî. Adınla ve hayatınla gönlümüzde yaşıyorsun.
Adını duyduğum ilk andan beri, o küçücük yüreğime sevgin güneş oldu, içime doğdu. En başta anacığımın ve çevremdeki insanların, dillerinden düşmezdi adın. Kimdin Sen, o adı dillerden hiç düşmeyen. En güzel, en seçkin bir kelimeydin, saygıyla söylenirdin. Mübarek adın anıldığında eller kalplere doğru götürülürdü. Bir dua yükselirdi dillerden; “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed.” Küçüktüm, bilemezdim o zamanlar bu sırrı. Büyüdüm, düştüm izinin, sırrının ardına. Anlayanlar anlamışlardı, bütün esrarın anahtarının Sende olduğunu. Düğümleri Sen çözebilirdin, şifreleri Sen açabilirdin ancak.
Kimdin Sen, adı dillerden hiç düşmeyen? Adın bile hayatın kadar nurdan bir alev olup, gönülleri tutuşturuyordu. Kimdin? Nasıl biriydin ey Nebî? Bilemezdim o zamanlar. Sonra, çok sonraları da Seni doğru dürüst anlatana pek rastlayamadık hayatımızda. Fâni bir şahsiyet gibi geçiliyordun. Yaptıklarının üstünde hiç durulmuyordu. Hâlbuki o güzel adın vardı dilimizde, hayatımız kadar kıymetli. Anlamasak da hissediyorduk. Bu her şeyi anlatmaya yetiyordu ama gönlümüz daha fazlasını istiyordu. Bulamıyorduk, öğrenemiyorduk bir türlü. Nice insanlar çıkarıldı karşımıza. Tarihler, kitaplar, birçok meşhur simalardan söz ediyordu uzun uzun ama Sen yoktun onların arasında. Nice maharetli eller, nice bin ustalıkla bir yerlere atıvermişlerdi Seni. Tarihin tozlu sayfalarında unutturulmaya çalışılıyordun. Onlar gizledikçe aklım ve kalbim el ele verip, Senin hayatını en ince noktasına kadar öğrenmenin ve bilmenin heyecanına düştüler. Ve sonra gökyüzü kadar berrak bir mavilik içinde, bembeyaz pamuk gibi butlularla çerçevelenmiş bir hayat çıktı karşıma. Sen kitaplara sığamayacak kadar büyüktün, onu anladım çok şükür. O Sendin işte, O Senin hayatındı. Bulutların arasından doğan bir güneş gibi içimi ferahlattın. Kalbimdeki sıkıntıları bir bir yıktın attın. Varlığım varlığınla anlam kazandı. Şefkat ve rahmet ülkene misafir oldukça çoğaldım, büyüdüm, geliştim. Kısacık ömürde hiç kimsenin yapamayacaklarını yapmıştın. Küçük büyük herkes sevdalındı Senin. Anasından, babasından, nefsinden, her şeyinden çok sevmişlerdi Seni insanlar. Hak ediyordun bunu çünkü. Sen de onları herkesten çok seviyordun.
Bütün insanların bütün zamanlardaki dertleri için çırpınmıştın. Akıl almaz çileler çekmiş, binbir cefaya göğüs germiştin bir melek safiyeti içinde. Çok şükür kavuştum aradığıma. Buldum artık Seni, bırakmam peşini.
Çocukluğumda kulağıma öpüşle fısıldanan adın, nakış nakış ninnilerle ruhuma işlenen o güzel ismin, bir tohum gibi büyüdü içimde. Vaktini bekliyordu açmak için. Sen biricik Gönül çiçeğim, iç huzurum oldun benim. Ne tarihlerin ne de onların anlattığı gibi değildin. Okudukça, tanıdıkça hayatına hayran kaldım. Asla asla değildin. Hoyrat ellere yüreğimi iyi ki de bırakmamış büyüklerim. Senin sevgine açıkmış kalbim ve bekliyormuş yıllardır. Seni beklemişim, Seni özlemişim. Ey Sevgili, her şey o güzel adınla başladı hayatımda. Adını günde beş defa okunan ezanlarda da duya duya büyüdüm. Adı güzel, kendi güzel Muhammed’im.
Bir gün bir sözüne rastladım. “Benim adım Tevrat’ta Ahyed, İncil’de Ahmed, Kur’an’da Muhammed’tir” diyordun adını unutturmaya çalışanlara. Senden önce gönderilen kitaplardan ismini silmeye, yok etmeye çalışanlara inat doğru adresi gösteriyordun. “Getirin eski kitaplarınızı, açın sayfalarınızı, onlarda benim adım var,” diyordun. Kendilerince değiştirdiler, çıkardılar, attılar, ama adını silemediler, unutturamadılar. Onlar Seni sadece bir isimden ibaret zannettiler. İşte orda yanıldılar. İşaretlerini, sıfatlarını göremediler. Nice lüzumsuz işlerin ve şifrelerin peşinde koşup ömürlerini tükettiler bir hiç uğruna. Kâinatın bütün şifrelerinin, esrarlarının ve anahtarlarının Sende olduğunu bilemediler. Ömürlerini boş yere tükettiler. Arayanlar buldular, işaretlerini okudular. Bilenler bildi, görenler gördü Seni. Şifrelerini çözdüler. Şeytan ve cahil nefis insanların içindeki merak duygusunu sahtesine çevirmekte hiç boş kalmadılar. Ama hangi hakikat var ki unutturulmak istendikçe açığa çıkmamış olsun, gizlenmek istendikçe aşikâr olmasın. Rabbin bu oyunları bozdu, boşa çıkardı. Senin için hazırlanan her tuzağı yerle bir etti. Adının yanıbaşında yükseltti adını. Doğmamış ruhlara aşıladı, kalplere kazıdı, tüm kâinata taşıdı. Sana gelen Sana çıkan yollar, varmak isteyenler için çok kolay. Yeter ki bir adım atsın insanlar.

Yaradan Seni methetmiş getirdiğin kitapta. Adınla, risaletinle, elçiliğinle bu son kitabını mühürlemiş. Kim Allah’ın bildirdiğinden başka mana çıkarırsa hüsrandadır, ziyandadır. Çünkü bütün şifrelerin anahtarı Sendedir. Peygamberlik halkasına son noktayı Seninle koymuş Rabbim. Hatemennebî’sin Sen. Yüce görev Seninle tamamlanmış ya Resulallah. Senden sonrası hüsran, Senden başkası yalan.
Ey canlı güneşimiz! Sen varken, mumların ışığı altına girer miyiz biz. Azdırmak, saptırmak şeytanın işi, aldanabilir aklıselim olmayan kişi. Kur’an ile yolumuzu aydınlattın ışıl ışıl. Yolun, en doğrusunu gösterdin bize. Ben Senin getirdiğin bu kitabı nasıl okumam, nasıl sevmem ya Resulallah.

Kur’an’ın ve kâinat kitabının en büyük âyetisin Sen. Kur’an’ınla kendini, kendinle beni bağladın. Adınla yüreğimi dağladın ya Resulallah. Şimdi, bir gece yarısı dağdayım. Mekke’yi seyrettiğin yerdeyim. Pırıl pırıl parlayan o büyük mucizeni, işaretini okuyorum ayın parlak yüzünde.
Hira’dayım, yıllardır hasretini çektiğim yerdeyim, oradayım. Seni misafir eden o dağın, Hira’nın misafiriyim bu gece. Gökyüzüne bakıyorum, kâinatı heceliyorum. Mekke’yi, Kâbe’yi okuyorum buradan. Sırlar seninle çözülüyor. Şifreler anahtarsız çözülmüyor. Bütün esrarın anahtarları Sendedir ya Resulallah. Sen bize Yaradan’dan armağansın, bu sevinç yeter de artar bize.
Zaman zaman gölgelense de nurun, ebediyen silinmeyecek adın. Silemeyecekler. Yaradan’ın yazdığı silinir mi hiç. Sen Muhammed’sin, Mustafa’sın. Sevgilimizsin, Efendimizsin.
Yâ Resulallah, adını anmadığım zaman uzak, çok uzak çöllerde tek başına kalmış bir yolcu gibi şaşkın ve biçareyim. Ümidini yitirmiş bir divaneyim. İnsanların çektiği sıkıntıların nedenini anlayabiliyorum. Senden uzak olmak, güneşten mahrum kalmak demek, ışıksız yaşamak demek. Karanlık bir gecenin, bir anın ızdırabı bile yeter insanı çıldırtmaya. Bizim cılız ışıklarımız, evlerimizi ve şehirlerimizi aydınlatmaya yetmezken, Senin nurun kâinatı aydınlatıyor, gönülleri ışıldatıyor.
Usul usul girdin hayatıma, güneş gibi kırmadan, incitmeden yâ Resulallah. Yer ettin gönlümde ebediyen. Seni sevmek de bir ibadetmiş adını söylemek de, onu bildim onu anladım bu gece.
Bu gece oradayım, Hira’dayım. Bir kutlu gecede bir şeref payesi sunsun biz gibi dertli gönüllere. Korkutan karanlıklar silindiler. Kâinatla kardeş oldum, vahşetten kurtuldu ruhum. Kimsesizlikten, yalnızlıktan kurtuldum. Allah’ım, Sen varsın. Sen varsın ya başka şeyler hiç olmasa ne gam. Habibin, Sevgilin var ya yeter bize. Sen nasıl gözden ırak, gönülden uzak olabilirsin ki ya Resulallah. Ey şanlı Nebî. Miraç gecesinde dualarının içinde selâmımızı unutmayan gönül sultanı. Bu iyiliğin bile ebediyen hatırlanmayı hak etmiyor mu? Saçtığın ışığın, gönüllerde yaktığın parlak ateşin yanında her ışık sönük kaldı. Battı, gitti nice ışıklar, nice güneşler, nice aşklar, o aşkın yaktığı mecnun âşıklar gitti birer birer. Bir tek Sen kaldın ey Sevgili. Gönül semamızda sönmeyen, batmayan ebedi Güneşimiz. Sen varken uzaklık yok. Gönül ki, Senin için. Diller ki, Senin için var. Uzaklık mı olur, mesafelerin hükmü mü kalır, sevgimizin Sana ulaşan hızının, süratinin yanında. Ah ya Resulallah. Perişan, harap bir haldeyiz. Bir yanımız yıkık Seni özlüyoruz. Medine’ye, evine misafir olduğum gün ettiğim duayı Rabbim kabul etsin. Amin. Yanımda, gönlümde, dilimde adları yazılı olanlarla beraber. Sevdiklerimle. Bugün bir daha Seni yeniden anladım, Seni yeniden tanıdım. En küçük bir hatıranı dahi özlemişim. Yanına yaklaştığımda, huzuruna vardığımda fark ettim bunu. Şefkatli yüreğinin atışını duydum bizler için. Bütün insanları, Senin kadar kim sevebildi, başka kim sevebilir ki? Sen Rahman ve Rahim olan Allah’ın yeryüzündeki son elçisi, rahmet Peygamberisin. Yakînin olmak, bu duyguları tekrar tekrar huzurunda yaşamak, bir daha misafirin olmak ne büyük şeref. Sakladığım o inci tanelerini burada döküyorum, Sana elimi uzatıyorum, biat ediyorum. Davana baş koymak ne şeref.
Mademki ümmetinin onca derdine, sıkıntısına kefilsin, bizleri düşünmeden asla edemezsin. Derdimizle dertlenmeden yapamazsın, şefkatinin kanatlarını üzerimize germeden duramazsın. Bizi Senden başka kim anlayabilir ki ya Resulallah. Ey şefkatli Resul, bir Sen varsın yakınımız, yeryüzündeki rahmetinin tecellisi olan Rabbimizin. Biz kendimizden bile habersizken, bizi düşünen o incelerden ince, gözü yaşlı dualarla bizim için atan kalbin şimdi bize emanet. Makam-ı Mahmud’un adına, Rabbimizin katındaki o yüce merteben hürmetine, rahmetinle yıka içimizi. Tertemiz et bizi. Terkedilmişler, bir kenara itilmişler, öksüzler, yetimler, binbir dertle inleyenler adına ne olur yetiş imdadımıza.
Her şey Senin gelişini bekliyordu, Sana hazırdı, muntazırdı. Gelişinle dünyayı şereflendirdiğin o kutlu gecenin sabahında dünya bir daha yeniden yaratıldı Seninle. Âdem babamız bile “Gel ey evlat yetim kaldık, anlat kâinatın sırlarını, anlat da kurtar bizi dertten” diye Senin cennet kapılarında yazılı olan adını görüp dualar ediyordu. İlk peygamberin dualarında Senin adın vardı. Adın O’nun da dilindeydi. O’ndan binlerce sene sonra dünyaya teşrif ettiğin halde Hz. Âdem’e bile uzak değildin, bizden mi uzak kalacaksın ya Resulallah. Ne gözden ne de gönülden ırak ve uzak değilsin Sen. Kâinatın sırlarını açtın, âyet âyet okuttun gizli kalmış ne varsa. Bir damlacığım ben de, rahmet denizine ulaşmaya çabalıyorum. Sana varamamış bir damlacık, çöllerde kurumaya mahkûmdur. Kalbimden, ruhumdan gözüme, gözlerimden elime düşen bu bir damlacığı da, o güzel adını Hira’da andığım şu anda umman olan şefkatine, rahmetine katıver gitsin.
Seninle çoğalmayan, gösterdiğin pencereden bakmayan gözler ışığı göremiyor. İçimizdeki şefkat ateşini yakıyor, yandırıyor o zaman. Bir damlayı ummanına kat. Coşkun bir deniz olup çağlayayım Ebubekir gibi. Bütün insanlar adına cehennemin içinde bile yanmaya razı olabilelim o kahramanlar gibi. Cehennemden betermiş şefkat ateşi. Onu Söndürecek Sensin, Marifetullahtır ancak. Yetiş imdadımıza ey Resul, yetiş.
Yanan kalbe devasın Sen
Bulunmaz bir şifasın Sen
Habib-i Kibriya’sın Sen
Muhammed Mustafa’sın Sen…
Yâ Resulallah! Yanmak mukaddes bir gaye uğruna, gösterdiğin yolda yanmak, tutuşmak güzelmiş meğer.
Senden uzak kalmak, Senden ırak olmak nasipsizliğin en beteridir. Su Sende, şifa Sende, serinlik, ferahlık Sende. Adını bir kerecik olsun anınca sönüyor yüreğimizdeki ateş, diniyor sızılar yâ Resulallah.
Kim demişse demiş ama biz demedik; “Gözden ırak olan gönülden de olurmuş” diye. Bu söz kim için, hangi zaman ve hangi mekânda söylenmiş olursa olsun asla doğru diyemiyorum. Senin için ise büsbütün yalan yâ Resulallah. Senin için yalan Sevgilim. Biz Seni unutmadık ya Resulallah. Sen bize içimize çektiğimiz bir nefes hava kadar yakınsın. Farkında değiliz, dört bir yanı kuşatan ışığının. O uçsuz bucaksız rahmetinin farkında değiliz. Rabbim Senin elinle, dilinle uzatmış rahmetini bize. 124 bin peygamber arasından, Sana ümmet etmiş bizi. Bu şeref yeter bize, yeter de artar ya Resulallah. Biz Seni hiç unutmadık. Sen gönül tahtımızın tek sultanısın. Ne gözden ırak, ne de gönülden uzaksın yâ Resulallah. Sen bize bu kadar yakınsın işte…
Selim Gündüzalp


Bir namaz’ın seyri… De ki: “Yüzümde secdelerimin izini bırak ey Rabbim. Alnıma rahmetinin nefhasını bırak ey Rabbim. Kalbime En Sevgili’nin aşkını bırak ey Rabbim. Secdemde dirilt beni. Secdemde oldur beni. Secdemde durult beni. Secdemde doğrult beni.”

Bir namaz’ın seyri…
Kıyamınla kıyametini baslatıyorsun. Kalk ayağa. Kıbleye yönel. Tekbir getir. "Allahuekber. ." Ayağına takılan, yolunu kesen, emellerini yok eden, hayallerini engelleyen ne varsa, hepsinden daha büyüktür O.
Ayağına takılanı kaldıracak inceliği, emellerini gercekleştirecek şefkati, seni hayallerine eriştirecek gücü O’nun büyüklügünde bulacaksın. Bunu bilerek, teslim ol Rabbine, kaygılarını ve korkularını rahmetinin kucağına bırak usulca.
Kaldır ellerini ve bir gün nasılsa huzurunda hareketsiz kalacak bu bedeni, bütün hücreleriyle O’na teslim et. Ayağa kalk ve "buradayım ey Rabbim" de. "Evinden kaçan kulun, yuvadan uçan kölen yine Sana geldi. Buradayım! Geldim! Huzurundayım!"

Elini bağlamakla kötülükten çekiliyorsun. Dünya telaşının nabızlarını ne kadar da kuvvetli alıyorsun.
Öyle bir rüya ki dünya, içinde uykunu da uyanıklığını da kaybetmişsin, uyanmaktan korkuyorsun. Rüyasında gördüğü rüyayı anlatan adam gibi, kendini uyanık sandığın yerde uykunun en derin yerindesin.
Kendini burada kalmaya razı etmişsin, şimdiye razı olmuşsun. Ötesine gönlün de gözün de kapalı.
İşte şimdi, dünya telaşını ellerinle geriye atıp tekbir getiriyorsun. Büyük bildiklerinden de büyük olanın huzurunda kaygılarını küçültüyorsun, telaşlarını durultuyorsun, korkularını dağıtıyorsun.
Sağ elini sol elinin üzerine koyup serden el çekip hayra uzanıyorsun, yokluktan yüz çevirip varlığın kalbine akıyorsun. Varlığın göğsünde cılız bir nefes kadar hafifliyor, sadeleşiyorsun.
"Subhaneke" fısıltısında, sonsuz gürültüler ortasında, bitmez telaşlar arasında, meyvesiz koşturmalar sonrasında Seni işiten, en ince sızılarına, en gizli arzularına kulak veren Rabbinle tanışıyorsun.

Eğilmekle doğrultuyorsun kendini. Rukûlarında koca bir dünyanın yükünü atıyorsun omuzlarından. Azim olan Rabbinin huzurunda eğilip başkalarına izzetini ilan ediyorsun. "Subhane Rabbiye’l-Azim."
Bedenin eğiliyor; ruhun doğruluyor. Başın alçalıyor; kalbin duruluyor. Yüzün yere dönüyor; alnına rahmet dokunuyor. Yalnızlaşıyorsun rukûda; telaşlarda unuttuğun, dünya çölünde kaybettiğin kendini yeniden buluyorsun.
Tutup dizlerinden kendini kendine doğru çekiyorsun. Kendine gelmek için kendinden geçiyorsun.

Oturmakla hayatın kalbinde yer tutuyorsun. Tahiyyata otur şimdi ve gözlerini ellerine kilitle. Diri olan her şeyin selamını söylerken dirileri diriltene, ölüleri diriltene dön, ellerini eline vereni bil.
Ellerinin ne kadar da küçük kaldığını hatırla hırsların karşısında. Elinde kalanların seni avutamayacağını anla. Sahiplendiklerinin hepsi avuçlarının içinde ama avucun boş olacak bir gün.
Biriktirdiklerinin hepsi şimdi yaninda ama avucun boşalacak bir günün akşamında.

Secde ederek başını göğe ağdırıyorsun. Yüzünü toprağa sür şimdi. Evine dön. Sılana koş. "Subhane Rabbiye’l-A’la." Başını yere koyarak sıfırla kendini. Rabbine de ki: "Sen varsın. Sen a’lasın. Eksiklikten uzaksın, noksanlıktan muallasın, kusurdan mukaddessin. Kusur bende. Benden yana eksiklik. Bende saklı acizlik. Bende bekler fakirlik. Yalnız Sana muhtaç olma zenginliğimdir secdem. Yalnız Sana kul olma şerefimdir secdem." Secdeler ruhunun saltanatıdır. Varlığını huzurunda hiçlediğin andır secden. Rabbinin şahdamarı yakınlığından kalbine yakınlıklar emdiğin yerdir secde. Ruhunun muştular bulduğu demdir. Miracının ‘kab-ı kavseyn’idir secde. Seni beni aradan çıkardığın yerdir secde. De ki: "Dediğini yapiyorum, secde edip yaklaşıyorum. Sana yaklaşıyorum. Tüm uzaklıkları uzaklara bırakıyorum. Tüm aldanışları tuzaklarda bırakıyorum."

De ki: "Yüzümde secdelerimin izini bırak ey Rabbim. Alnıma rahmetinin nefhasını bırak ey Rabbim. Kalbime En Sevgili’nin aşkını bırak ey Rabbim. Secdemde dirilt beni. Secdemde oldur beni. Secdemde durult beni. Secdemde doğrult beni."

Tenini kalbine bitiştiriyor her namaz. Ve sabah gelince yeniden, tenine dokunur ötelerin hülyası. Göğsüne değer bin İsa nefhası. Yusuf kokulu gömlekler sarılır tenine. Musa gibi ellerini göğsünden çıkarırsın. Uzakta bir ateş görmüşsün gibi kıvılcımlanır gökler. Yeniden dirilir gibisin.
Unuttuğunu da unuttuğunu hatırlarsın yastığının kuytusunda. Rüyalardan dönersin. Yeniden yüklenirsin hicranları. Biriktirmeye başlarsın yeniden. Çoğaltmaya ayarlarsın kendini yine. Lakin, hala yırtıktır hayatın cepleri.
Ayaklarinin ucuna dökülüyor zamanın parçaları. Bir secdenin pınarında söndürüyorsun kalbinin yangınlarını.

 
Senai Demirci

Kalbim!.. Bu asırda öksüz kalışını anlıyorum senin. Sahte şarkılar derdine derman olmuyor.Sonsuzlukta yankılanacak nağmelerin meftunusun sen. Bu fânî dünyanın aşkı dindiremez sonsuz hasretini. Çünkü Rahmân’ın arşısın sen…

Kalbim…Gitme
Kalbim, en kırılgan yanım! Biliyorum, seni elden ele dolaştırılan bir gül gibi çok hırpaladım. Kanatları kırık bir kuş eyledim narin varlığını. Teli kopuk, mızrabı kırık bir sazsın şimdi. Sessizliktir şimdi bahtına düşen. Sustun. Dilini, kitabeni çözemedim. Nakışlarındaki çizgilerin ince, derin mânâsına muttali olamadım. Sendeki nazik nağmeyi keşfedemedim. Sesine-soluğuna ve canhıraş çığlıklarına sağır kaldım. Çığlığın yeri göğü kaplamışken yanından kayıtsız, vurdumduymaz biri gibi geçip gittim. Bazen başı öne eğik, eli böğründe sahipsiz bir çocuk oldun cami avlularında. Merhamet kokan ellerini uzatırken gelip geçenlere, gözlerinde yüzyıllık bir arzunun izleri vardı. Kimi zaman da, özellikle daraldığın demlerde, daracık pencereli, loş ve rutubetli bir atmosferi olan küçücük bir hücrede hürriyeti özleyen bir mahkûmun hâletine büründün. Mahkûm ettim seni karanlık, soğuk küf kokan taş duvarlara. Ne gelenin vardı ne gidenin. Sokakta oynayan çocukların bağrışları yalnızlığını çoğaltıyordu. Limandan ayrılan gemilerin düdükleri, gelip geçen trenlerin homurtuları, dalından düşen yaprakların hüzünlü hâli, sessiz gecelere düşen ayın şavkı bir daüssılaya dönüşüp hasreti bocalıyordu içine.
Bir gülsün sen beden bahçesinde. Soğuklar vurdu nazenin yapraklarına. Rengin cazibesini yitirdi. Kan kırmızı rengin göçüp gidince ardında sükûtun teslim aldığı bülbüller kaldı. Vefasız rüzgârlar, sararmış yapraklarını gözlerden ırak kuytulara sürükleyip götürdü. Kupkuru dallar, bir de avare bülbüller kaldı orta yerde. Göğe doğru duaya durmuş dalların diliyle “Gitme kalbim!” diyemedim. Konuştuğum kelimeler, sensiz ne kadar da samimiyetsiz ve kifâyetsiz. Kokunun sinmediği, renginin değmediği kelimeler başını sokacak bir evi olmayan kimsesizler gibidir; dolanır dururlar orta yerde. Kimse sahiplenmez onları. Bekleyeni, arayanı, özleyeni yoktur onların. Kanatlanan, filizlenen, dipdiri kelimelerin membaısın sen.

Kalbim!.. Uzaklara gitmek istiyorsun. Buraya ait değilsin. Başka diyarların özlemi kuşatıyor seni. Uzaklar, başka bir diyarın iklimi çekiyor seni, hissediyorum bunu. Bir gemi ayrılınca limandan, bir tren hareket edince istasyondan kıpırdayışlarından anlıyorum bunu. Yağmurlar dindiği zaman, kuşlar yorulduğu zaman, gün solduğu zaman ayaklanışından anlıyorum gitmek isteyişini. Akıp giden bulutlara, kanat çırpan kelebeklere, uzanıp giden yollara bakışından anlıyorum gitmek isteyişini.
Kalbim!.. Çırpınan bir kuşsun sen içimde kıpır kıpır. Gün geldi kanatlarını kırdım. Şimdi o hafif tüylerin yağıyor içime. Kanayan bir kuşsun şimdi tenhalıkta. Göğsümün kafesinde boğdum seni. Marzîyâtının ne olduğunu bilemedim. Bilemedim duadan kanatların olduğunu. Seni diri tutanın, Allah’ın zikri olduğu bilemedim. Meğer seni yatıştıran bu İlâhî zikirmiş. Azığını bilemedim.
Kalbim!.. Bu asırda öksüz kalışını anlıyorum senin. Sahte şarkılar derdine derman olmuyor. Sonsuzlukta yankılanacak nağmelerin meftunusun sen. Bu fânî dünyanın aşkı dindiremez sonsuz hasretini. Çünkü Rahmân’ın arşısın sen.
Recep Özdemir

Gör(ün)düğünü Görüyormusun ?…

 

Kaçırma gözlerini kendi gözlerinden! Bakışlarını umursamaz bir boşluk arıyorsan, boşuna… Aynaların hepsi gözlerine tutulmuş… Bakışların en güzeli senin gözlerine dikili. Görmelerin en özeli senin gözlerine göz koymuş, unutma…
Gözlerinin değdiği her yüz(ey)de, senden önce O’nun bakışı var. Senin kendi gözlerini görüşün, O’nun senin gözsüzlüğünü görüşünden çok sonra… Senin kendini görmen için bile var olman gerekirken, O seni görmek için var olmanı şart koşmadı. Seni yokluğunda gördü, senin yokluğunu gördü de görür eyledi, görünür eyledi.
O görmemiş olsaydı görmen gerektiğini, gördüm diye sevdiklerin karanlıkta kalırdı. O görmemiş olsaydı görünmediğini, göründüm diye sevindiklerin yabancı kalırdı.
Gözlerini O’nun bakışından kaçırdığını sanıyorsan, kirli bir aldanış bandajıyla kör ediyorsun kendini. Bakışını hesap sorulmaz sanıp da, hesapsızca bakıyorsan, kendi kendini hiç bulamayacağın talihsiz bir körebe oyunundasın…
Kaçamak bakışlarla avladığın güzellere, senden önce O bakıyor. Nasıl olur da, zaten O’nun var ettiği yüzlere, O’na rağmen, O’ndan habersiz bakıyor olabilirsin? Kendi güzelliklerini ve zindeliklerini sergileyerek var olduğunu sanan edep yoksunları, yokluklarına acındığı için var edildiklerini nasıl görmezden gelirler? Güzel görünmelerine güvenip O’nun gördüğünü görmezden gelen “frikik verme” ustaları ve beden simsarları, kimseler görmezken de, herkesin gözü önündeyken de, herkesin gözünden yittiğinde de kendilerini göreni nasıl bilmezler?
Bir yere gizleneceğini sanma sakın! O’nun görmesini görmemek için baktığın her yüzde O’nun eşsiz görüşü var… O görmese nasıl güzel olurdu güzeller, nasıl güzel görürdü gözler, nasıl güzel görünürdü görünenler..
Haince kaydırdığın bakışlarının pervazında O’nun bakışı nöbet tutuyor. Hayır, hayır… Kırma aynaları boş yere; baktığın her yerde O’na görünen gözlerin önce sana hesap soruyor.
Baktıklarına bak yeniden… Kendi gözlerinin içine bak bir daha…
Görmek ümidiyle yolunu gözlediğin her şey, ancak sana görünür hale gelince değdi gözüne… Gözlerini sana göz göre göre veren, hem gözsüzlüğünü gördü, hem gözsüzlüğünü göremediğini gördü. Gözlerinin göreceklerini gözlerin görmeden önce gördü de gözlerinin önüne koydu. Yoksa, ne ışığa değerdi gözlerin ne de ışık görmene değer güzellere değerdi. Sadece gözlerin değil, ışık bile kör kalırdı; O görmeseydi gözlerin görmediğini.
Hâlâ her şeyi retina dediğin ışığa ve renge duyarlı tabaka sayesinde gördüğün iddiasında mısın?
Işığa duyarlı o yüzeyler sebep sadece… Bahane… O dilerse, gözsüz de görürsün güzelleri: Hiç rüya görmedin mi? O dilerse, ne kadar “açık göz” olsan da, göremezsin güzelliği: Gülleri tekmeleyenleri görmedin mi?
O istemedikçe, gözden hiç kaçmayacakları bile göremezsin!
Peki, kimselere görünmeden yapıp ettiklerinle başlattığın körebe oyununu kazanma ısrarın sürüyor mu hâlâ?
İyi bak gözlerinin içine…
Senin retinan kimsenin retinasına benzemiyor. Biriciksin gözlerinle. Herkesin gözüne değen ışık senin gözüne bambaşka bir açıyla değiyor. Başka görenler gibi değilsin, asla! Demek ki, senin gözünün içine kimsenin gözünün içine bakmadığı gibi bakmış. Sadece bakmış mı? Hâlâ bakmakta. Retinan her an o biricikliğiyle orada. Gözünün bile kör olduğu yerde. Sadece O’nun her an baktığı yerde. Farkında mısın, O şimdi gözlerinin içine yeni/den bakmakta? Sen gözlerini kapatsan da, O gözlerinden bakışını ayırmamakta…
Kimseye göstermeden yaptıklarının kimsesiz kaldıklarına emin misin?
Elindeki kudret sandığın kibir zırhını delecek bir bakışın kâinatta peşin sıra dolaşmadığına nasıl bu kadar güven duyabilirsin?
Seni kimse görmeyi bile aklına getirmezken, seni görmeyi ve göstermeyi uygun bulan Efendinin huzuruna yüzün yerde çıkmaya utanmayacak mısın?
Aklınla bulamadıklarını vahyin sana emanet ettikleriyle bulmaktan uzak durmaya daha ne kadar devam edeceksin?
Boşuna gizlenmeye kalkma… gözleniyorsun!
Gözlerin açık adresidir O’nun görmesinin…
“Gözler onu görmez; O gözleri görür….” [En’am, 103]
Sakın unutma
SENAİ DEMİRCİ

“Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet-asa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”…

Kürsüye çıktı. Gözlerini camiyi dolduran kalabalığa çevirdi. Öyle bir bakıyordu ki herkes onun kendisiyle göz göze geldiğini hissediyordu. Uzun uzun seyretti. Kalabalığın üzerine çökmüş bir yeis, bir ümitsizlik gördü. Oysa o ümidini hiç bir zaman yitirmeyenlerdendi. Kelimeleri tek tek seçerek, ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:

“Zaman durmadan deveran ediyor, dönüyor. Gündüzler geceleri takip ediyor. Geceler gündüzlerin arkasından süratle geçiyor. Ve zaman müstakim bir hat gibi gitmiyor. Bugün birilerine bayram yarın başkalarına bayram. Bugün birilerine sevinç yarın başkalarına sevinç. Bugün derenin dibinde emekleyenler yarın zirvelerde gezmeye namzet. Zaman kurak ve çorak olabilir, ama bu zamanın bağrına ekilen cennetlerden daha kutsi gözyaşları yarını cennetlere çevirecektir.”

“Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet-asa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”

Bediüzzaman Said Nursi Hz.