“Allahu Ekber! Allahu Ekber! La ilahe illallahu vallahu ekber! Allahu Ekber ve lillahil hamd!”…Mübarek Kurban Bayramanızı Ruh-u canımızla tebrik ederiz…

İBRAHİMİ YOL, İBRAHİMİ DURUŞ

Cenab-ı Allah (cc):
Kimini düşmanla
Kimini hastalıkla,
Kimini fakirlikle,
Kimini zenginlikle,
Kimini evladıyla,
Kimini eşiyle,
Kimini çeşitli bela ve musibetlerle,
Kimini de mevki ve makam ile imtihan eder.
Bunlardan biri de Hz. İbrahim (a.s)’in ders ve ibretlerle dolu imtihanıdır.

Hz. İbrahim (a.s) denilince, “la ilahe illallah”a davet eden bir tevhid mücadelesi gelir aklımıza. Anlayışları körelmiş, kalpleri taşlaşmış Nemrut ve kavmine karşı iman mücadelesi gelir aklımıza: “…Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Çünkü ben yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben O’na ortak koşanlardan değilim.” (En’am: 78-79)

Hz. İbrahim (a.s) denilince, tuğyana başkaldırı gelir aklımıza. İlahlık davasında bulunan zorba Nemrut’a: “… Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor. Haydi, gücün yeterse sen de batıdan getir…”(Bakara: 258) meydan okuyuşuna karşı Nemrut’un afallayıp kalması gelir aklımıza.

Hz. İbrahim (a.s) denilince, tefekkür gelir aklımıza. Sönenlerin, batıp yok olanların ilah olamayacağı gelir.

Hz. İbrahim (a.s) denilince, put kıran İbrahim gelir aklımıza. Baltasını omuzlayıp hiçbir fayda ve zarar vermeyen putları paramparça etmesi gelir aklımıza: “Sonra İbrahim onları paramparça etti. Sadece onların büyüğünü bıraktı. Belki ona müracaat ederler diye.” (Enbiya: 58)

Hz. İbrahim (a.s) denilince, tevekkül gelir aklımıza. Dağlar büyüklüğünde hazırlanan ateşe atıldığında Cibril-i Emin’in: “Ey İbrahim! Bir hacetin var mı?” imdat girişimine; “Allah bana yeter. O, ne güzel vekildir. O, benim halimi görüyor ve biliyor.” Cevabı gelir aklımıza. Dost, dostu yardımsız bırakır mıydı hiç? Dost dostu unutur muydu hiç? Ve ardından bu tevekkülün mükâfatı olarak Rabbimizin: “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol, dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrayanlardan kıldık” (Enbiya: 69-70) fermanı gelir aklımıza.

Hz. İbrahim (a.s) denilince, hicret gelir aklımıza. İmansızlık ateşinin kalpleri nasıl taşlaştırdığı, gözleri nasıl körleştirdiği, kulakları nasıl sağırlaştırdığı hakikati çıkar karşımıza. Bunca delil ve mucizeye rağmen putperestliklerine devam eden o azgın kavme karşı, Hz. İbrahim (a.s)’in: “Ben Rabbime hicret ediyorum. O, bana doğru yolu gösterecektir” (Saffat: 99) sözü gelir aklımıza.
 
Birçok peygamberin, salih insanların, davetçilerin hayatlarında var ola gelen hicret… Ve bu yoluculukta:

İnsi ve cinni şeytanlardan, Cenab-ı Allah’a,
Halkı zalim olan bir beldeden, halkı yardımcı olan bir beldeye,
Küfür ve şirkten, iman ve İslam’a,
Dünyadan, ukbaya hicreti gelir aklımıza…

Hz. İbrahim (a.s) denilince, itaat gelir aklımıza. Issız ve çorak bir vadide oğlu İsmail ile yalnız kalan Hacer’in yürek vuruşları gelir aklımıza: “Ey İbrahim! Ne görüşecek kimsenin ne de hayat eserinin bulunduğu bir vadide bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Bunu, sana Allah mı emretti? Emir Allah’tan ise, Allah bize yeter” sadakati gelir aklımıza.

Ve sonra Hacer’in çaresizlik ve telaş içinde Safa ile Merve tepeleri arasında koşuşturması, bunun akabinde Cenab-ı Allah’ın bir ikramı olarak zemzem’in fokur fokur fışkırması gelir aklımıza.

Hz. İbrahim (a.s) denilince, adanış gelir aklımıza. Bir babanın evladıyla, bir evladın canıyla imtihan olması gelir aklımıza. Veren Allah (cc), emanetini geri istiyor. Vermek elde mi? Bu icabette, Hz. İbrahim (a.s)’in: “Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin?” sualine, İsmail’in: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulursun” cevabı gelir aklımıza.

Hz. İbrahim (a.s) denilince, kararlılık gelir aklımıza. Şeytanın: “Vallahi, rüyanda şeytanın sana gelip oğlunu boğazlaman için emirde bulunduğunu görüyorum.” Hile ve tuzağına karşı, Hz. İbrahim (a.s)’in: “Ey Allah düşmanı! Benden uzak dur. Vallahi Rabbimin emrettiği şeyi yapacağım” kararlılığıyla şeytanı büyük bir hışımla taşlaması gelir aklımıza.

Hz. İbrahim (a.s) denilince, teslimiyet gelir aklımıza. En değerli varlığını sunmak için bıçak İsmail’in boğazında gidip gelirken: “Ey İbrahim! Rüyanı doğruladın” nidası ile İsmail’e bedel, cennetten kurbanlık bir koçun gönderilişi gelir aklımıza. Ve ardından bu rahmete karşılık Hz. İbrahim (a.s)’in; “Allahu Ekber! Allahu Ekber! La ilahe illallahu vallahu ekber! Allahu Ekber ve lillahil hamd!” tekbir ve tahmidleri gelir aklımıza.

Hz. İbrahim (a.s) denilince, Kâbe ve Hacc gelir aklımıza: “Ey insanlar! Allah u Teâlâ size Haccı farz kıldı. Rabbinizin davetine icabet edin!” çağrısına, insanların “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” telbiyeleri gelir aklımıza.

Ve sonra kıyam merkezinde ayrı dil ve renkteki insanların bembeyaz ihramlara bürünmüş olarak dua ve niyazda bulundukları; ırk, dil ve renk farklarını bir yana atarak İslam birliği içerisinde hep beraber Allah (cc) için yaptıkları Hacc ibadetleri gelir aklımıza.

Hz. İbrahim (a.s) denilince, Halilullah gelir aklımıza. Allah (cc)’ın dost edindiği hilm, sahibi hanif İbrahim gelir aklımıza.

Ve Hz. İbrahim (a.s) denilince, dua gelir aklımıza. Kalpten dudağa, dudaktan avuca, avuçtan göğe yükselen dua: “Rabbimiz! Bizi, sana teslim olan kimseler eyle ve neslimizden sana teslim olan bir ümmet (çıkar)! Bize, (razı olacağın Hacc, kurban gibi) kulluk usullerimizi göster ve tevbelerimizi kabul buyur. Şüphesiz ki Tevvab, Rahim ancak Sensin!” (Bakara: 128)

İşte tevhid ile arındırılmış, tevekkül ile süslenmiş, teslimiyet ile bezenmiş, takva ile taçlandırılmış bu İbrahimi yol ve İbrahimi duruş kıyamete dek tüm Müminlere örnek ve önder olacak İnşaallah.

Bu vesileyle, İbrahimce tevekkül, İsmailce teslimiyet şuuruyla önümüzdeki kurban bayramınızı tebrik eder, İslam ümmetine hayır ve bereketler getirmesini dileriz.

Hasan Kutulman

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşâallah âlem-i İslâm’ın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye’nin kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur’an-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var…

Kurban Bayramımız mübarek olsun hayırlara vesile olur inşallah baki selam ve dua ile  dostlarım

…“Ama nasıl olur?” Bir taştan beklenir mi balta sapı tutmak? Taştan taşa zarar gelir mi? Putlar putları devirebilir mi? “Öyleyse,” dedi İbrahim,“kendisinden zarar beklemediğinizden fayda da beklemeyiniz.” …

Zamaneye ne desin İbrahim[as]
“Böyle gelmiş, böyle gider…” diyenler, olayların sıcacık koynunda akıllarını uykuya yatırırlar. “Desinler” diye yaşayanlar, yaban gözlerin yılışık ve anonim beğenilerine zincirler biricik varlıklarını.

Oysa, delikanlı fark getirir. Delikanlı fark demektir. Sıradanlığa itirazı vardır. Delikanlıların aklı bıçak gibidir; bulunduğu an’ı ikiye böler. Neden ve sonuçlar arasında fırtına gibi eser. Olan bitenden, gelip gidenden fazlasına erer aklı. Akıp giden vaktin ortasına kocaman bir taş gibi düşer. Delikanlı adam köpürtür zamanı; dalgalandırır, titretir, sarsar. Herkes bilir ki orada bir delikanlı vardır. Sığınılmış kuytulardan, alışılmış kıyılardan uzağa ayarlıdır ayakları. Dikine keser eğilerek ve zilletle kabul edilmiş sözde doğruların kavsini. Küreğini akıntıya karşı çeker. Yüreğini mermer duvarlara çarpa çarpa ilerler. Mekanın nabzına akıtır varlığını kıpır kıpır. An’ın göğsüne sığmayan bir kalp olur; kendini kendinden öte atar. Korumacı oksijen çadırlarına fit olmaz. Çekingen, ürkek, halsiz, hareketsiz, mecalsiz, ölgün, solgun kolaycılıkları yırtar nefesiyle. Rüzgâra katar nefesini, göklere sunar sesini; hep yokuşa doğru koşar. Dikine gider zamanın. Böyle gelmişlere, böyle gitmişlere, öyle denmişlere, öyle bilinmişlere göğsünü dayar. Pazularında hiç zorlanmadan savurur sığ ve sahte ayartmaları. Vicdansız törelerin, yersiz geleneklerin bulanık sularında alabora olmaz. Devrilmez aklı; dik durur elif gibi, duru kalır yağmur gibi. Gövdesiyle var olduklarını sananların, sadece teniyle hazlananların ninnilerine kanmaz.

İbrahim de gelip geçene karşı durdu. Taşın boynuna balta astı. Sorgulamadan inanılanı ezmek için, öteden beri olagelmiş olanın üzerine inmek için bir süre orada asılı kaldı balta. Yalnızdı. Yapayalnız kalacaktı. Yalnızlığın dik yamaçlarına sürdü kalbini. Babadan kalma destanları bir çırpıda yırtmaya hazırdı. Dikine gitti vaktinin. Taşların önünde eğilenlerin yanında dik tuttu başını. Aklını kalbinin sonsuza ayarlı aşklarında yeniden yazdı. Sığlıklara, sağırlıklara, körlüklere, vurdumduymazlıklara, neme lazımcılıklara karşı kalbinin pazusundan cesaret aldı. Kalıbını koydu kör inançsızlığın karşısına. Nicelerinin taptığı taşların hepsinden ağır bir taş olup düştü kavminin ikiyüzlü kabullenmelerinin ortasına…. Hiç durulmaz kıvranmalar soktu pürüzsüz akıp giden konforun uyuşukluğun katı kalbine. Kınandı. Kınanmayı göze aldı.

Kınayanlar, sanıldığının aksine, en çok kendi titrek duruşlarına, kendi ürkek yürüyüşlerine fiske vurulmasından korkuyorlardı. Hesap sorar gibi görünüyorlardı ama varlıklarının hesabını vermekten tir-tir titreyerek geldiler İbrahim’in huzuruna. Dediler ki: “Kim kırdı putlarımızı?” Sorgusuz sualsiz kabullenmelerin, akla vurulmamış, kalbe danışılmamış inanmaların korkusu sindi gözlerine. Delikanlı İbrahim’in yüzünde kalbini sonsuza bitiştirmiş, aşklarını ebede eriştirmiş sükûnetin tebessümü belirdi. Ürkek, korkak, pısırık, çekingen, halsiz, mecalsiz, dilsiz yargılar, delikanlıca bir sorgulayışın karşısında yaprak fırtınasına tutuldular. Gözlerinde dehşet geziniyordu. Üflesen yıkılacak inançlarını dupduru bir sorunun seline kaptırdılar. “Bilmem ki…” dedi İbrahim’in alışkanlıkların kuytusundan sıyrılmış, basma kalıp tutumların prangalarından kurtulmuş bakışları… Boynuna balta asılı taştan putu işaret etti: “O kırmıştır!”  Önünde eğildikleri, kucağına umutlarını döktükleri, soğuk yüzünden teselli bekledikleri taşa, belki ilk defa, küçümseyerek baktılar. “Ama nasıl olur?” Bir taştan beklenir mi balta sapı tutmak? Taştan taşa zarar gelir mi? Putlar putları devirebilir mi? “Öyleyse,” dedi İbrahim,  “kendisinden zarar beklemediğinizden fayda da beklemeyiniz.”
 
“Böyle gelmiş”lerin önünde, dimdik durdu İbrahim… Babasına rağmen, kavmine rağmen, delikanlıca bir istisna oluverdi. Uyuyan kavminin üzerinden alışkanlıkların örtüsünü çekti. Taşın soğuk yüzünü, alışkanlıkların ılık koynunda uyuyan akıllara savurdu.

Kınından sıyrılmış kılıç gibi doğruldu İbrahim. Uyuşuk akılların kıvrımlarını tel tel çekiştirdi. Eline tutuşturulana kanmadı. Ensesi kalınlaşmış, tembellik döşeğinde yata yata hantallaşmış töreyi baltaladı.

Bir delikanlıdan bekleneni yaptı…

Senai Demirci

…Yalnızlık, gariplik yolunun kutlu yolcuları tükenmemişti. Bu, ilâhî bir kanundu. Mahşere kadar ne bu kutlu yolculuk bitecek; ne de bu kutlu yolcuların çilesi tükenecekti…

Gariplere Müjdeler Olsun
Önce O’nun nuru yaratıldı. Sonra insan…
İnsan Âdem’di; Âdem ise kainatın lugâtı…

Yaradan meleklerine emir verdi. Âdem (as) bu ulu fermandan sonra, cennet kadehleriyle hayat şarabını içti yudum yudum. Yaratıldığında yapayalnızdı… Başını kaldırdı, cennetin kapısında gözlerini kamaştıran nuru gördü. Oluk oluk ışık aktı gözlerinden kalbine… Sordu Rabbi’ne Âdem (as): ‘Ya Rabbi bu nur nedir?’

Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, O’nun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer O olmasaydı, Seni yaratmazdım!

Nur, O’nun nuruydu; Habibi’nin nuru. Anladı Âdem (as), anladı ve tasdik etti. Kâinat ağacının çekirdeği de O’ydu, meyvesi de; başı da O’ydu, sonu da…

Aradan asırlar geçti.

İnsanlar Âdem (as)’den sonra gönderilen bütün peygamberlerin getirdiği hakikatı unutmuş, yanlış yollara sapmıştı. Dünya’nın sevgiye acıktığı bir zamanda, Mekke’den bir güneş doğdu. Bütün ham meyveler bu güneşle olgunluğa erecekti. Kâinat heyecanlıydı. Yıldızlar kıpır kıpır. Toprağın sinesi küt küt atıyordu… Bir pazartesi gecesi doğumların en kutlusu vuku buldu. Bütün gök ehli secdeye kapandı…

Gariplik bir tohumdu ve Yaradan onu insanların özüne yerleştirdi. Bu tohumda aşkının tadını gizledi. O önce dostlarını halktan ayırdı, garip bıraktı, sonra onların gönüllerini baştan sona kendisiyle doldurdu. O’nunla dolup taşan âşıklar; tahkiki imana ulaştı ve kâinata meydan okudu. Aşkın neşvesiyle kendinden geçenler için, ‘Sath-ı arz bir mescid oldu; Mekke bir mihrab, Medine bir minber …’ Allah (cc) Rasulünü gariplerine imam kıldı.

Gariplik, insanın kendini keşfettiği, yaradılışın sırlarına erdiği ilâhî bir dergâhtı. Bu dergâhın sâlikleri, ölümün öldürülemeyeceği gerçeğini anlayarak insanlığı bu durumdan haberdâr ettiler. Şeytanın desiselerine karşı, Yüce Dîvan’a dayanıp: ‘Sus! Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor. Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.’ hakikatini neşrederek bekaya erdiler.

Gariplik, yüreğe Hakk’ı yerleştiren, kulu Hakk’a bağlayan uhrevî bir zincir, vuslat arzusuyla kavrulan gönülleri Rableriyle buluşturan şifalı bir iksirdir. Vefa, sadakat, sabır hep gariplik dergâhında kemale erdi. Gariplik; kalbi, masivadan temizlemenin, benlikten geçmenin, nefsi tanımanın reçetesidir.

‘Sen çık aradan hanesini sahibine ver.

Bî şek gelir Allah evine sen savulunca.’ mısralarında ifade edilen kalb hanesini gerçek sahibine teslim etmenin tâ kendisidir gariplik. Gönüllere dikilecek fidanların çimlenme mekânıydı o. Sevginin beşiği, kırık gönüllerin yoldaşı, en mahrem sırların nigehbânıdır gariplik.

En büyük garip, Allah Rasulü (sas)’ydü. O’nun bütün hayatı gariplikle geçti. Doğduğunda babası yoktu, daha büyümeden annesi de göçüp gitti. O da peygamberler gibi yapayalnız kaldı. Yalnızlığında oturdu sonsuzluk tahtına. Gök ehlinden Hz. Cebrail, yer ehlinden Hz. Ebubekir’le dost olmadan önce Hira yalnızlık mektebinde çile çekti. Aynı zamanda cahiliyenin günahlarından incinen mübarek ruhları, bu yalnızlıkta inşirah buldu.

Garip Nebi, ashabına önce sevmeyi öğretti. Rabb’inden aldığı dersle insana saygı duymayı, müsamahayı tahsil ettirdi. Çürümeye yüz tutmuş insan tohumu, O’nun Rabbanî ikliminde yeniden çatladı, filiz verdi. Vahyin bereketiyle neşv ü nema buldu.

Sevdi ashabını, sevginin mahalli olan kalb ayna olunca yansıdı muhataplarına, ashabı da O’nu ve getirdiği her şeyi sevdi. Dünya dönmeye başladığından beri böyle sevda görmemişti. Çünkü O; kalblerin habibi, akılların muallimi, nefislerin terbiyecisi, ruhların sultanıydı. Dostlarına garipliğin sırlarını anlattı Yüce Nebi. Bu yola çıkmanın ve bu yolda kazanmanın şartının; anadan, yârdan, evlâttan, maldan, candan geçmek olduğunu öğretti. Ashab-ı Kiram da dostlarından ve vatanlarından ayrıldılar; garip kalmayı, Efendileri gibi Âlemlerin Sultanı’na sığınmayı tercih ettiler . Hakk’ın rızasına vasıl olmak için; dünyanın aldatıcılığından firar edip, Rablerine sığındılar. Dünyanın dört tarafına yüce hakikati böyle ulaştırdılar. Bazıları Ebu Zer (ra) gibi yalnız yaşadılar, yalnız vefat ettiler.

Aradan asırlar geçti.

Dünya O’nun ve ashabının âşıklarıyla can buldu. Âşıkları da Efendileri gibi yapayalnızdı. Bu yalnızlıkla kemale erdiler. Nur-u Muhammedî’nin aşkıyla eşyanın hakikatine erdiler. Var olan bütün mahlûkatı ülfet perdesinden kurtarıp gözler önüne serdiler. Eşya yırtıldı, ülfet sıyrıldı. Alış-verişlerde güller alındı, güller satıldı; gülden teraziler kuruldu. Sultanlar ve hükümdârlar bile kulluklarını unutmadı; hakikat karşısında bel kırdı, el-pençe divan durdu. Hâl böyle olunca her şey; taş, toprak, deniz, dağ.. bütün mevcudat, O’nun getirdiği aşk ile ayrı bir mânâ kazandı. Toprak kutsaldı başak da; başak kutsaldı, buğday da; buğday kutsaldı, ekmek de… Yapraklar dil oldu, diller Rablerinin zikriyle cezbeye durdu. Her şey pencere oldu… Bütün pencereler Hakk’a açıldı. Kâinat aynasında Rabbi’nin tecellilerini temaşa eden insan, kâinatı avucuna aldı. Yıldızlar sırdaş, bulutlar yoldaş oldu.

Mevlânâ, Şems’ten sonraki yalnızlığının ateşiyle pişirdi Mesnevisini. Yunus, yalnızlığında yoğurdu gönüllerin hamurunu. Geylani Hazretleri küçük bir çocukken yalnız çıktı yolculuğuna. Daha nice gönül dostu yalnızlıkla erdi menzile.

Aradan asırlar geçti. Gül renkli kitaplar Barla dağlarında yalnızlığın doruğunda kaleme alındı. Katran ağacı, Gelincik Dağı, Eğirdir Gölü şahitti bu yalnızlığa. ‘Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevi dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir.’ diyen Bediüzzaman, dünyadaki yalnızlığından başka ölümünden sonraki yalnızlığını da ilân etmişti. Ve şimdi meçhul bir diyarda talebelerinin hasret dolu fatihalarıyla yapayalnız yatıyor.

Aradan yıllar geçti.

Yalnızlık, gariplik yolunun kutlu yolcuları tükenmemişti. Bu, ilâhî bir kanundu. Mahşere kadar ne bu kutlu yolculuk bitecek; ne de bu kutlu yolcuların çilesi tükenecekti.

Yalnızlık ve gariplik Allah dostlarının kaderiydi.

Hak yolunun yalnızlarına biri daha eklenmişti.

Bir gün yalnızlığın gönüllü talibi olmuş Hak dostu, çok uzaklara gitmiş; sevenlerine, ötelere nazar eden bir çift yaşlı göz hayali bırakmıştı.

Yalnızlığı öğretmişti sevenlerine, neden yalnız kalınması gerektiğini… Kürsüden, hep sevmeyi, yaşatmak için yaşamayı, gerekirse Hubeyb (ra) gibi bu yolda feda olmayı öğretmişti. Tomurcukları kırağı vurmasın diye uykuyu bölüp, yapayalnız dua etmeyi, halktan uzaklaşıp gecelerin yalnız saatlerinde seccademizi ıslatmayı da öğretmişti. Tende çürüyüp yok olma yerine, canda ve özde derinleşmeyi, ruhumuzun ilhamlarını başka gönüllere boşaltmayı, Hak’tan kopmadan halkın içinde kendi yalnızlığımızda daima muhasebe içinde olmayı da öğretmişti.

Başlangıçtan bu yana bütün güzellikler gariplerin sırtında yükseliyordu.

Gariplere müjdeler olsun!

 
Nurgül ÖZCAN

Mevsim sonbahar; şimdi terhis zamanı.. Hangi daldaki hangi yaprak daha önce düşecek toprağın kucağına kimse bilemez.Bir gün bizler de gideceğiz sonsuz vuslat için son(bir) baharda. Gecelerin ardından Gecelerin ardından gündüzlerin gelmesi gibi…

Sonbahar ya da Son(bir) Bahar
Daha yeni alışmaya başlamıştık. Derken yaz günleri de alıp başını gitti, başka diyarlara… Hiç beklemediğimiz bir anda geliverdi sonbahar. Hazırlıksız yakaladı bizi.

Şimdilerde tatlı bir telaş var tabiatta. Ufka doğru uzanan dağların beti benzi solmakta. Rüzgârlar keskin ve sert. Deniz kokuları getirmekte boğazdan. Gözlerimiz o rengârenk çiçekleri aramaya başladı bile. Her gün eskittiğimiz sokaklarda erguvanlara hasretimiz arttı. O ruhumuzu okşayan, bize hüznü fısıldayan erguvanlara…

Bir ömrün baharında işte sonbahar. Gördüğümüz her şey kızıl renklere bürünmüş bir tabloyu andırıyor. Yahya Kemal’in dediği gibi ‘Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ’.

Yurdundan yuvasından ayrılmış gibi ana kucağı dallardan düşen yapraklar. Biraz dikkat kesilsek sessiz çığlıklarını duyar gibi oluruz yaprakların. Kimsesiz çocuklar gibi kalakalmışlardır sokak ortasında… Ateş düşmüş gibidir titreyen yüreğimize. Her bir yaprak ilk ve son defa sonbaharını yaşıyor. Bir bozkır yalnızlığı vardır bu demde. Hüzünlüdür sonbahar…

Dışarıda sonbahar ve içimizde son (bir)baharı düşleyen yüreğimiz. Bu hazan şöleninde ruhumuz sükûtu örerken şöyle denize nazır bir yerden tefekküre dalmak isteriz. Bir eylül seherinde ya da akşamın alacakaranlığında gözlerimize takılan ne varsa alır götürür bizi uzaklara… Ömür sonsuza akıp duran bir nehir.. Çoğu kez hicran çoğu kez hasrettir hazana teslim günler. Yüreğimizi sarsar ansızın gelen yalnızlıklar. Avare düşlerimiz ışığını arar.

Biraz da ihtiyarlığı hatırlatır bizlere sonbahar. Bazen hafif hafif çiseleyen yağmurlara eşlik eder gözlerimiz. İnkisara uğrayan hayallerimizi düşünürüz. Düşünür de visal iklimine yol almaya çalışırız.

Bugünler de geçecek. Bunca hazırlık son (bir) baharda açacak çiçeklerin resmigeçidi için. Der demez ücretini peşin almışçasına kalbimizde üns esintileri esmeye başlar. Sükûn ah evet sükûn… Serviliklerde, yolda, evde, sükûn her yerde.

Tıpkı mevsimler gibi bir gün ömrün de sonbaharı geliverir. İnsan kuruyan ağaçları gördükçe bir bir hatırlar geçmiş zamanlardaki sonbaharlarını. Bir defne dalı olur yeşil renkli ve canlı kalmak ister ruhumuz. Gençlik yıllarında esen meltemler yerini çoktan poyrazlara bırakmıştır. Hazanla düşen yapraklara daha yakın hissederiz kendimizi. Tıpkı ağaçlar gibi yalnızlığı yaşarız en derin biçimde. Işık huzmeleri ruhumuza hiç uğramamışsa ecel terleri döktürür bizlere

Nedense gönül hep son(bir) baharı yaşamak ister. Huzurlu bir hayat, rengarenk güzellikler, kuş cıvıltıları, ırmak çağıltıları.. Fakat yoktur artık taze bir bahardaki koyun-kuzu meleyişleri, o temaşasına doyulmayan manzaralar.. Artık her ses inleyen bir nağme. Her manzara bir hüzün bestesi..

Bir an için şair gibi ‘Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz / Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç’ akıldan geçse de yüreği şahlananlar sonbahar mı dinler? Hem bize de ne oluyor ki sonbahardan şikayet edelim?… Kışta gelip zemini hazır edenlerin ahdine vefasızlık olmaz mı? Öyle diyordu “asrın beyin yapıcısı” soylu bir katran ağacının üzerinden Cennet-asa bir baharı müjdelerken.

Mevsim sonbahar; şimdi terhis zamanı.. Hangi daldaki hangi yaprak daha önce düşecek toprağın kucağına kimse bilemez. Belki de hep beklemekteler toprağa vuslat anını. Bir gün bizler de gideceğiz sonsuz vuslat için son(bir) baharda. Gecelerin ardından gündüzlerin gelmesi gibi.. Hafif bir rüzgar bizi de ayıracak bedenimizden. Umurunda mı olacak sanki dünyanın. Olsun varsın. Ümit yıldızları sönmedikçe kurur mu yapraklarımız. Çekilir yol verirler son(bir) bahara..

Şimdilerde her sonbaharda yepyeni ve ter ü taze son( bir) bahara ne çok ihtiyacımız olduğunu bir kez daha hatırlarız. Ne çok muhtacız ömrün son demlerinde zülüflerini taradığımız gecelere.. ümitle tüllenen ufuklara.. ve yepyeni son(bir) bahara..

…Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlık ettim; ama Sen utandırmadın, yine yine yine huzuruna aldın beni. Her secdede rahmetinle okşadın alnımı. Her rükûda “aferinler” fısıldadın gönlüme.Her vakitte yeni bir sayfanın aklığına çağırdın ruhumu…

Kimselere Diyemedim… 

Öyle çok pazarlık ettim ki Seninle ey Rabb’im. Sen çağırınca, kendime ayırdığım vakitlerden çalındığını düşündüm. Ezan okununca, sevdiklerimle geçirdiğim zamanların azalmasından korktum. Vakit girince, içim “cız” etti hep. Odamdan uzaklaştım, bıraktım işimi, bozdum keyfimi; öylece namaza durdum. Ayak diredim, “az sonra kılsam da olur!” dedim. “Az sonra”larım “çok sonralar”a döndü, geç kaldım, geç kalmaktan utanmadım. Sonunda ayaklarımı sürüye sürüye vardım huzuruna. Pazarlığımı vaktin daralmışlığını bahane ederek yeniden ileri sürdüm. Kaçıyordu namaz ya; o yüzden çabucak kıldım, selam verdim, hemen kalktım, rahatladım. Oysa rahatlığı Sana borçluyum. Ağrımayan her bir dişim kadar huzur borçluyum Sana. Damarlarımın her bir noktasında pıhtılaşmayan kanım kadar sükûnet borçluyum Sana. Tenimin kaşınmayan her bir noktası kadar rahatlık borçluyum Sana. Dişlerim ağrıyacak olsa her biri için harcayacağım zaman Senin. Kanım pıhtılaşıp damarlarım tıkanacak olsa, her defasında ızdırap ve korkuyla geçireceğim saatlerin hepsi Senin. Tenim her noktasında yırtılacakmış gibi acıyacak olsa, kendi kendime dar geleceğim huzursuz günler Senin.

Gün oldu; usandım. Sabrımı tükettim; tükendim. Kendimi yontmaya heveslendim. Benden istediğin zamanı çok gördüm. Benden istediğini, benim için istediğini bile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazın rekatlarını; kısaltmak için bahaneler aradım. Günümü delik deşik etmeni, işimin arasına kesintiler sokmanı, hayatımın ortasına duraklar koymanı, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm. “Beni bana bırak!”larla durdum huzuruna; içim başka bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece bedenimle, mıhlı kaldım. Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamanı bana! Bir uçurumun dibine savrulmuş bir arabada çaresizce Sana yalvartıyor olabilirdin beni. Korkulu bir savaşın orta yerinde ateş ve kan kusan bombaların altında günümü de, işimi de, uykumu da, hatta rüyalarımı da delik deşik etmelerini takdir edebilirdin. Düşmeyen bombalar kadar, uçuruma savrulmayan arabalar kadar genişlik borçluyum Sana.

İçten pazarlıktı benimkisi. Öyle içten ki kendime bile söyleyemedim. Gözlerimle birlikte gönlümü de secdene kilitlemeyi çok gördüm. Kendimi sıfırlamayı, benliğimi hiçe indirgemeyi beceremedim. Ensemde kaderin sıcacık nefesini hissedecek o teslimiyetin vadisine inemedim. Acelem vardı; alnımı koyduğum gibi kaldırdım seccadeden. Bütün benliğimle aşağı inemedim. İşim vardı, secdemi işime zaman kazandım. Secdeye kalbimi de sığdırmaya çalışmadım. Uykum vardı, secdemi sığ bırakıp uykumu derinleştirdim.

İtirafımdır: Bencilliğimi de sırtıma alıp rükûlarda eritemedim. Bedenim eğilirken huzurunda, “emrolunduğum gibi dosdoğru olma”nın ağırlığını sırtıma almayı erteledim. “Sırası değil!”di; “hele dur; sonra da olur!”du. En Sevgili’ni bir gecede ihtiyarlatan emri üzerime alınmadım.

Sen dileseydin, çocuğumun cılız nabızlarının eşliğinde, loş ve neşesiz bir yoğun bakım odasında, gözümü de gönlümü de, umutsuzca, çaresizce, ürpertiyle, korkuyla bir monitörün ekranına kilitleyebilirdin. Dileseydin, yeryüzünün sükûnetini bir anda kesip, küçücük bir duvar kıpırtısının gölgesinde, mini mini bir sarsıntının beklentisi içinde saçlarıma aklar düşürebilirdin.

İçten pazarlık mı denir buna? Sen bilirsin Seninle ettiğim pazarlığı. Kendime sakladığım ve hatta kendimden de sakladığım sır bu. Dilime bile değdirmekten korktuğum, ağzıma almaktan utandığım öyle bir sır işte. Fısıldaması bile acı veriyor ya… Meselâ, uzayınca Fatiha, uzayınca sûre, heceler sanki özgürlüğe giden yolu taşlar gibi kestikçe, “bitmez şimdi bu namaz!” dediğim çok oldu. Ama içimden. Kimseler duymadı.

Bir Sen duydun beni ey Rabb’im. Sırrımı bir Sen bildin. Kendimi lüzumsuz hissederken seccadenin üzerinde, dudağım anlamına yetişemediğim kelimeler için oynarken, Sen beni söylediğimden fazlasıyla duydun, söyleyemediğimi de, dile getiremediğimi de bildin. Ruhumu alıp uzaklara gittiğim halde, bir bedenimi bıraktığım halde huzurunda, kovmadın beni, yakınlığında tuttun.

İtirafımdır; öyle anlatıldığı gibi özleyebilmeyi beceremedim henüz namazı… “Aradan çıkarmaya çalıştığım” oldu namazı. Geçiştirdim namazı. Bir “sorun”du çözdüm, hallettim. Selam verip sonra yaşamaya başladım… Yaşamayı namazın içinde aramalıydım. Namazı yaşamanın içine sızdırmalıydım oysa. Bilemedim.

Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlık ettim; ama Sen utandırmadın, yine yine yine huzuruna aldın beni. Her secdede rahmetinle okşadın alnımı. Her rükûda “aferinler” fısıldadın gönlüme. Her vakitte yeni bir sayfanın aklığına çağırdın ruhumu. Yüzüme vurmadın. Azarlamadın. Aşağılamadın. Hepten umut kesmedin benden. Yok saymadın. Utandırmadın.

Pazarlık ettiğimi Seninle bir Sen bildin ey Rabb’im. Kimselere söylemedin. Sırdaşım Sensin, bir Sana açabilirim içimi, bir Senin beni ayıplamandan korkmam. Ben işte böyleyim; yine “bana ait”lerin hesabındayım. Başka kime
söyleyeyim? Başka kimin anlayışından medet umayım?

Senai Demirci