Sevmek, her çiçekte onu koklamak…

    Sevmek ne güzel!

Lâ tahzen…

Lâ tahzen… Üzülme!Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın.

Üzülme!

Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir.

Üzülme!

Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki…

Üzülme!

Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki… Gözden çıkarmamış olmalı seni.

Üzülme!

Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir.

Üzülme!

Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki… Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin.

Üzülme!

Seni bir “İşiten” var. Seni senin kendini bile sevmenden önce O sevdi seni. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına metal soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor.

Üzülme!

Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin? Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı.

Üzülme!

O’nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan gözleri yaşlar içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: “Lâ tahzen, innAllahe meânâ.”

Üzülme!

Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. “Rabbin sana küsmedi ki…” Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. “Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki…”

Senai Demirci…

Su Gibi…

Su Gibi
Bir an için su olduğunu düşün. Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez… İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın… Unutma daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!..

Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan …

yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için. Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler, onlar için en uygun olan kendi istedikleri zamanda!

Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi özel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez… Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil! Tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma; sana ‘felaket’ denmesin.

Vadiler ve ovalar varken önünde, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yaşam verirsin çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler gibi.

Tercih elindeydi hep ve hep elinde olacak… Ya dilini tutmayı öğreneceksin ya da hiç durmadan konuştuğun için yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara!

Düşüneceksin, kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin, anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini… Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin…

Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın…

Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin “kıyıya yanaşmasını” bekleyeceksin!..

“Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!..” demeyeceksin.

“Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!..” demeyeceksin.

Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın ama maalesef değil… Ağzını açıp “Şelaleden dökülen suyu” içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç?.. Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü?..

Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi!

Hadi… Sen şimdi “su olduğunu” düşün ve kendini “su gibi” hisset… Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı… Su gibi yaşam kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa…

Ve yine su gibi “bir küçük bardağın içine” sığdır ki kendini girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Yaşam ver… Vazgeçilmez ol…

Muammer Erkul

Yeni bir sabaha uyanmak…

Yeni bir sabaha uyanmak…
Karanlık sessiz bir gece daha bitti. Yeni bir günün başlangıcında sabahı ilk karşılayan kuş sesleriydi..Bir sabaha uyanmak ne güzeldi..Yepyeni bir sabaha herkesten evvel kuşlarla beraber..

Sabahı başka başka renklere boyadı kainatın farklı yerlerinde Yaratıcımız. Farklı seslerle süsledi..
Kainatın bir bölümü uykudayken bir bölümünü sessizce uyandırdı sessizce hayat verild
i yeniden her şeye..

Nur yağdı sabahın bu ilk vakitlerinde gökten yere..Melekler kuş sesleriyle birlikte sabaha uyananların saçlarını okşayıp bir rüzgarla tebessüm edip geçtiler..

Günün hareketli ve gürültülü saatlerinin evvelinde böylesi pür-i pak bir zaman diliminden belki haberi yoktu kimilerinin..

Ama zamanın ve sabahın Rabbi her gün dünyanın her yerinde yeni bir sabah yarattı..Hayata yeni bir soluk katıldı taptaze bir nefes..
Yeni sabahlara uyanabilmek
O taptaze havayı soluyabilmek…

Sesimiz ve soluğumuzla sabah semalarına kuş cıvıltıları arasında katılabilmek dileğiyle…

BUGÜN BİR iyilik yapın kendinize…

BUGÜN BİR iyilik yapın kendinize…
Bir selam verin sevdiklerinize.
Yağmur damlalarıyla halleşin yahut…
Eski günlerdeki gibi masal diyarında yolculuğa çıkın şöyle bir.
Hatırlayın hayalin ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu.

Çünkü hayal, hayatın rengidir, tadıdır, tuzudur.
En fakiri zengin eder hayaller.
Çünkü cebi dolu, hayal dünyası boş insanlar vardır her yerde.
Kâinatta zerreyi göremeyenlerin yanında,
Zerrede kainatı görenlerden olun.

Bugün bir iyilik yapın kendinize…
Dostlarınızla güzel bir yemek paylaşın.
Tebessüm edin minik bir çocuğa.
Vedalaşın sonbahar yapraklarıyla.
Çayınızın her yudumunda,
İçinize dolan ılık sevinci paylaşın.
Ve paylaştıkça çoğalsın güzellikler.

Bugün bir iyilik yapın kendinize…
Işığı seyredin bugün.
Alışılmışın dışında bir kitap edinin.
Sayfalarda gezindikçe, dünyanıza bir dünya daha katın..

Bugün kendinize çok büyük bir iyilik yapın…
Sevin en küçüğünden en büyüğüne herkesi, herşeyi.
Ki Rabbiniz de sevsin sizi.

Bugün bir iyilik yapın kendinize…
Gelmeyen dolmuşunuzu beklerken, sabırdan ışıltılar sunsun gözleriniz.
Öfkeden kaşları iki büklüm olmuş bir hanıma tebessümü öğretsin.
Nakış nakış işlensin ruhunuza mutluluk…

Bugün çok önemli bir başka iyiliği de unutmayın kendiniz için…
Dua edin herkese.
Vermeyi sevenden, vermekten usanmayandan isteyin isteyeceğinizi…
İstemekten usanmayın.
Hep iyiyi, hep hayrı isteyin.
En çok da başkaları için isteyin ki,
Sizin dua gönüllüleriniz melekler olsun.
Düşen her yaprağa verdiğiniz selamı alan melekler olsun duacınız…

Bugün bir iyilik yapın kendinize…
İçini sonbaharda olabildiğince boşaltıp rahatlayan göğün derdini dinleyin.
Sohbet edin kuşlarla.
Kedileri ürkütmeden geçtiğiniz duvar kenarlarına bir parça ekmek bırakın bazen.
Ve bir de yağmur sularıyla oyun oynayın.
Şıpırtılar içinde koştuğunuz cadde küsmesin size.
Karanlık sandığınız gece ümitlerinizle aydınlansın.

Bugün bir iyilik yapın kendinize…
Ne olur, bugün ümit edin.
Bugün hayal edin.
Bugün düşünün.
Bugün paylaşın.
Bugün sevin herkesi ve herşeyi.

Bugün bir iyilik yapın kendinize…
Gecenin karanlığı korku vermesin size.
Düşünün; dünyanın bir diğer diyarı aydınlıktır şimdi.
Çok korkuyorsanız, rüyalarınızı seyretmeye başlayın hemen.
Orada güneş kadar aydınlık mekânları dolaşın.
Yahut diğer tarafına gidin dünyanın.
Güneşle kovalamacılık oynayın.
Gerek de yok bunlara aslında bugün.
Çünkü karanlık da olsa güzeldir geceler.
Günün bitiminde yarın için tohumlar ekeriz ya yüreğimize…
Ya da hayaller kurarız yarın için…
Bugüne dair şükürler ve yarına dair ümitlerle kapatın bugün gözünüzü…

Bugün bir iyilik yapın kendinize…
Ne yapacaksanız, en güzeli, onu ‘bugün’ yapın.
Bereketlendirin bugünü.
Gelmeyen günden önce ve giden dünden sonra.
Böylece aydın olsun bir ömür.
Herkesi aydınlatsın.
Yaşamayanlara ibret olsun.
Şevklendirsin yaşayanları.
Lezzet dolsun saniyeler.
Zerreler adedince şükürler olsun.
Rabbimiz her daim bizimle,
Ve yüreğimiz Rabbimiz ile dolu olsun.
Âmin…

Rabia Nazik Kaya…

Tebessüm…

 
Tebessüm…
Bir gülümseme ; sevginin ve insan olmanın anahtarıdır.
Bir gülümseme ; iç dünyamızın güzelliklerini , dışa yansıtır.
Bir gülümseme ; bir külfeti yoktur , fakat çok şey kazandırır.
Bir gülümseme ; evde saadet , iş yerinde muvaffakiyet.
Bir gülümseme ; başkalarına ikramda bulunmak demektir.
 
Bir gülümseme ; vereni fakirleştirmeden , alanı zenginleştirir.
Bir gülümseme ; bir an sürer , bazen ise ebediyen yaşar.
 
Bir gülümseme ; yorgun olan insanı dinlendirir.
Bir gülümseme ; ümitsiz olana neşe ve hayat bahşeder.
 
Bir gülümseme ; karanlık bir çehreyi aydınlatabilir.
Bir gülümseme ; satın alınmaz , rica ile elde edilemez.
 
Bir gülümseme ; ödünç verilmez , çalmak da mümkün değildir.
Bir gülümseme ; kendiliğinden verilmedikçe işe yaramaz.
 
Bir gülümseme ; ona ihtiyacı olanlara ilaç gibi gelir.
Bir gülümseme ; sevgi köprülerini sağlamlaştırır.
 
Bir gülümseme ; bazen bir hayat kurtarır.
Bir gülümseme ; bazen bir savaşı da önler.
 
Bir gülümseme ; bazen gülümsemeyemeyeni gülümsetir.
Bir gülümseme ; sadaka yerine geçer , sevap kazandırır.
Bir gülümsemeyi , gülümsemeye ihtiyacı olana bol bol verin.
Bir gülümsemeye, gülümseyemeyenlerin ihtiyacı olduğunu unutmayın!
Bir gülümseme ; için hiç kimse , ona ihtiyaç duymadan yaşayacak kadar zengin ve kuvvetli değildir.
İKİ İNSAN ARASINDAKİ EN KISA MESAFE GÜLÜMSEMEKTİR…
La Edri

Görmesek de biliyoruz…

Görmesek de biliyoruz,yeşilin güven,siyahın asalet,pembenin muhabbet ve beyazın temizlik şarkıları söylediğini..
Görmesek de biliyoruz,sönmeyen yıldızların sadece gökte değil yerde de parladığını…
Görmesek de biliyoruz,neşesini,ümüdini,aşkını ,yaşama sevincini kaybedenin başka kaybedecek bir şey olmadığını…
Görmesek de biliyoruz,erkeklerin ağlamadığını,lakin erkek oğlu erkeklerınin ağlamadan duramadığını,
gözyaşını sadece yürekteki ateşi değil,Cehennemi bile söndürmeye kadir olduğunu…
Görmesek de biliyoruz,aşkın gölde,çölde,yolda,dağda,dilde,gülde değil,gönülde olduğunu….
Görmesek de biliyoruz,başlayanın bitirdiğini,yürüyenin vardığını,arayanın bulduğunu,duranın düşdüğünü,düşenin ezildiğini,ezilenin de çözüldüğünü…
Görmesek de biliyoruz,Merhaba’nın bir bardak çay kadar sıcak,Elveda’nın en az zenheri akşamları kadar soğuk olduğunu….
Görmesek de biliyoruz,Bosna da vurulan kuşu,Çeçenya’da bitmeyen kışı,Filistin’de atılan taşı,Bağdat’ta akan yaşı,Kerbela’da kesilen başı….
Görmesek de biliyoruz,ariflerin ağlarken güldüğünü,ve çınarların ayakta öldüğünü…
Görmesek de biliyoruz,en koyu karanlıkların alnında şafak yakındır yazdığını….
Görmesek de biliyoruz,bir çiçekle baharın gelmeyeceğını,fakat bir çiçeğin alnında baharın yazılı olduğunu…
Görmesek de biliyoruz,en büyük körlüğün nankörlük olduğunu,ve en büyük özrün ,elde-ayakta ,dilde dudakta değil,insanlık cevherini kaybetmiş bir beyin de olduğunu….
Görebilenlere ,selam olsun…
La Edri

Hüzün ki en ziyade yakışandır bize!…

 

Hüzün bir hazin kelime. Ayrılık gibi hicran gibi; ama mutluluk gibi de. Bazan bir gözde görürüz onu bazan bir yüzde. Bazan bulutlarla gelir bazan lodoslarla.
 
Hüzün tarih olur Bağdat ufuklarını Osmanlı tuğları misali bekleyen hurma fidanlarıyla; Tuna boylarını hatem yakutları gibi süsleyen kaleler ve burçlarla gelir yedi yüz yıllık hafızamıza.
 
Elhamra avlusunda derin uykulara dalmış mağrib güneşi olur kah; kah Kudüs gecelerinde savrulan Selahaddin rüyaları.
 
Aziz-i vakt idik a da zelil kıldı bizi.
 
Hüzün gözyaşı olur bazan bir eylül bulutundan dökülüp dilemmalarımıza karışır; bazan bir Kanuni mersiyesinden akıp güneşlerimizi buharlaştırır. Paramparça olmuş kutsal kitapların mürekkeplerini dağıtır bazan bazan kandil gecelerinin pişmanlıklarına dökülür yüreklerimizden.
 
Kimi zaman bir bayram sevincinin ardına gizlenen yetimin gözünde acı; kimi vakit fersudeleşmeye yüz tutmuş gülün yaprağında kırağı sıfatında belli eder kendini.
 
Hurşide baksa gözleri halkın dola gelir
 
Hüzün söz olur yarı yollarda bırakılmış yeminlerin ve vaadlerin peçesinden yüz gösterir kimi kimi bir elyazmasının derkenarına yazılır bir ayrılık türküsü niyetine. Bir mücelled güldeste olur yazılsa tüm hüzün sözleri ve binbir geceyi dolduran tutilerin dilinde şeker niyetine çiğnene çiğnene tutar şöhreti alemleri.
 
Sabahların kokusuna karışan bir pişmanlığın terennümüdür bazan ve bazan da gecelerin korkusunu damıtan bir şarkının dizesi.
 
Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir
 
Hüzün mevsim olur böler bir uykuyu bazan; bazan bir paranteze alır acıları. Güz mü eylül mü bilinmez; ortası mı sonu mu anlaşılmaz anın. Şakaklarına düşen benek benek karlar mı densin yılların gölgesini taşıyan başında gül rengi bulutlardan Lahuri tüller mi olsun Hicaz şarkılarında bestelenen?!.. Hüzün karanlıktır yalnızlıktır korkudur. Ve hüzün bazan en büyük umutlara gebedir.
 
Bir mevsim-i hazanına geldik ki alemin…
 
Hüzün renk olur son dalın son yaprağında sararırken yakar içimizi; son fırtınanın son dalgasında köpürürken kanatır yüreğimizi. Mavi gecelerin ve kurşuni bulutların örtüsüdür hüzün. Hatırlamanın mestliğinde eflatuni bir ırmağın hasret yarasıdır gül gül olup açan ateşin kederlerin masum çiçeğidir. Sahilde bir gurubdur o ufukta bir şafak. Perde perde solan hayatımız…
 
Gül ateş gülbün ateş gülşen ateş caybar ateş
 
Hüzün sevda olur hayalini getirir annelerin yavruların ve süveydaya durup melankolisini yaşatır sevenlerin sevgilerin. Fuzuli lerin Galib lerin kinayeleri ve tevriyeleri onun üstüne yazılır bülbüllerin kumruların şeyda tenasüpleri ve mecazları ona dillendirilir. Umman gemicilerinin ufuklarında deniz feneridir hüzün semavat müneccimlerinin kadrlerinde Ayyuk.
 
Mahabbet bir bela şeydir giriftar olmayan bilmez
 
Hüzün alışkanlık olur acıların yol dönemecinde azığını kuzgunlara kaptıran gönüllerin ömre süren Selva sıyla tartılır. Yüzbin yıl sonra yeşerecek tohumlar için saklayıp suyu vahalardan kurumuş dudaklarla geçer delikanlıca. Mermer beyazında ayetlere teslim olmuş bir buhur-ı Meryem in nazenin tebessümüne Namus-ı ekber vasıtasıyla gelen nefestir o.
 
Hazan ki durmadan evrakı su-be-su dökülür
 
Hüzün Kureyş te Süheyb-i Rumi; Yemen de rahip Bahira Konstantinepol de Ulubatlı Hasan olmaktır. Hüzün mazlumlar adına bir saman çöpüyle devleri yere sermektir. Hüzün Şeyh Şamil toprağında alnından vurulan bir çocuktur. Hüzün harflere sığmayan bir nimet-i İlahi dir. Hüzün her hale şükretmenin diğer adıdır. Hüzün seyerandır maverada. Hüzün özleyiştirHüzün ki en ziyade yakışandır bize…
İskender Pala

Şimdi tam vakti, Ufka bakmanın ve Aşka kapılmanın…


Şimdi tam vakti, ufka bakmanın ve aşka kapılmanın.
Güneş sıyrıldı karanlıklardan, sıcacık bir tebessüm düşürdü içimize. Ruhlar kanatlandı, karamsarlık yıkıldı.
Beklenen ümit, bir güvercin kanadında gelip kondu penceremize…

Şimdi tam vakti, dillerden düşmeyen bir şarkıyı mırıldanmanın, her tınısında baharı anlatmanın…
Güllere sarılmanın tam vakti, dikenlere aldırmadan.
Güllerin şarkısını söylemenin tam vakti.
Onlar lâyık bu sevgiye, baharı müjdeliyor, yapraklarında ümitli şebnemlerle geliyor, yüreği hüzünlü yiğitlere sesleniyor:
“Üzülmeyin, tasalanmayın…
Her gecenin sabahı, her kışın baharı var. Çekilen bunca çile inanıyoruz ki, nurefşan bir baharın müjdecisidir inşaallah.”

Şimdi tam vakti, kalemlere sarılmanın; bu anı mısra mısra hece hece yazmanın tam vakti…
“Beklenen an geldi, bitti gece”, harfler omuz omuza versin, her cümle destanlaşsın kalemlerin ucunda, kâğıtların üzerinde…
Asırlardır üç noktayla yarım kalmış cümleler devam etsin ellerimizde, her cümle ilhamını ruhumuzdan alsın.

Şimdi tam vakti, koşmanın; gökkuşağına.
Dünyayı ümidin renkleriyle boyamanın tam vakti. Çocuklara gökkuşağından uçurtmalar yapmanın tam vakti.
Onlar da gülsün, sevinsin; bilsinler gül mevsimini.
Koşmanın tam vakti; güneş doğarken ufuktan, ak atlarla gurbetteki yiğide gülleri sunmanın tam vakti…

Zaman şahit olsun bu manzaraya; ışık karanlığı boğuyor…
Bu ne lütûf, bu ne ikram ya Rabbî! Bu ikrama; şükür gerek.
Hadi ağlayın! Gözyaşlarınız mahrum kalmasın, mühür gibi düşsün toprağa, toprak da şahit olsun.
Şimdi tam vakti, durduralım saatlerimizi.

Güzel şeyler söylemenin, dünyayı güllerle bezemenin, gül kokusunu doya doya içimize çekmenin, şimdi tam vakti.
Şimdi tam vakti, elleri açmanın semaya, şükretmenin Hüda’ya… Şimdi tam vakti, bir şarkıyı söylemenin;
“Sen gelince, bahar gelir gül pembe…”

La Edri 

Kavanoz ve Kahve…

Kavanoz ve Kahve…
Ne zaman; hayatında bazı şeyler çekilmez hale gelirse, Ne zaman; yirmi dört saat kısa gelmeye başlarsa,
O zaman; mayonez kavanozu ve iki fincan kahveyi hatırlayınız…

İşte kavanoz ve iki fincan kahvenin hikayesi şöyle;

Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir.
Ders başladığında;
Hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır.

Sonda DA kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur.
Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar…
Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler.

Bunun üzerine;
profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını, kavanoza döker.
Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar.
Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar.
Öğrenciler yine hep birlikte;
‘evet doldu’ derler.

Profesör bu defa DA, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker.
Tabii ki kumlar DA çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur.
Profesör yine aynı soruyu sorar.
Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır.
Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye.
Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur.
Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar…
Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar;

‘Bu kavanoz sizin hayatınızdır.
Tenis topları;
Hayatınızdaki önemli şeylerdir.
Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi.
Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter..
Çakıl taşları ise;
Sizin için daha AZ önemli olan diğer şeylerdir.
Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi..
Kum ise;
diğer ufak tefek şeylerdir.
şayet kavanoza önce kum doldurursanız;
Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz.
Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.
Vaktinizi ve enerjinizi;
Ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz;
Bu defa DA önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.
Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin.
Çocuklarınızla oynayın.
Sağlığınıza dikkat edin.
Sevdiklerinizle yemeğe çıkın.
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.
Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.
Gerisi hep kumdur…’
Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar;
‘Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?’
Profesör gülerek cevaplan;
‘Bu soruyu bekliyordum.
Hayatınız NE kadar dolu olursa olsun;
Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır…’
La Edri