İnna Lillahi we İnna İleyhi Raciun…Allah Şehadetini Mübarek eylesin…

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şehidin ölüm (darbesinden) duyduğu ızdırab sizden birinin çimdikten duyduğu ızdırap kadardır.” “Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehid böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder.” Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) [Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd 26, (1668).] [Buharî, Cihâd 5, 21; Müslim,İmâret 108, 109, (1877); Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd 13, (1643); Nesâî, Cihâd 30, 6, 32).] ” Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum i’dam olunurken bedbaht zalimlere demiş: “Ben i’dam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi i’dam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.” Lâ ilahe illallah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.” Risale-i Nur Külliyatından İnna Lillahi we İnna İleyhi Raciun…Allah Şehadetini Mübarek eylesin…

Sevmek Affetmektir…

Sevmek Affetmektir…

Allah için sevdiğin gibi, Allah’ın da seni sevsin…

Hz. Peygamber (asm) anlatıyor:
Bir adam, başka bir beldede bulunan bir arkadaşını ziyâret etmek maksadıyla yola çıkmıştı. Allahu Teâlâ, adamın yolunda, insan sûretinde olan bir meleği vazifelendirip, bekletti.
Adam, o melekle karşılaşınca melek kendisine:
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Adam: “Şu beldede bir din kardeşim var, onu ziyâret için gidiyorum” diye cevap verdi.

Melek: “Onunla alâkalı yapacağın herhangi bir iş, bir görev mi var?” diye sordu.
Adam: “Hayır, öyle bir şey yok. Allah için sevmemden başka kendisiyle hiçbir işim yok” dedi.
Bunun üzerine o melek:
“Ben, senin o din kardeşini Allah için sevdiğin gibi, Allah’ın da seni sevdiğini sana bildirmek üzere vazifelendirilen, Allah’ın bir elçisiyim” dedi.
Bir Gül Demeti, s. 213

Allah için sevmek…


Bir gün Peygamber Efendimizin huzuruna gelen bir kimse, oradan kalkip gitmekte olan bir baska müslümanin arkasindan :
“Ya Rasulullah, ben bu giden adami seviyorum” demisti….
Peygamberimiz (s.a.v) ona
“öyle ise ona kendisini sevdigini bildir” buyurdu…
bunun üzerine o zat o kimsenin arkasindan gitti, ona yetişti ve :

“Ben seni Allah icin seviyorum” dedi…

bunun üzerine o Müslüman:

“Öyle ise
beni ugrunda sevdigin Allah da seni sevsin”…diye dua etti….
(Ebu davud)

Kalbin direnişini kaybedenler, ellerindekileri imkânı da dillerindekileri fırsatları da kullanamazlar, kullanmazlar…

Biz "ateşkes"meyeceğiz!

 Adı İmtisal. Yaşı henüz 10 bile değil. Yirmi gün boyunca sokaklarda sabahladı. Karanlığın soğuk koynuna sarıldı. Sadece gecenin değil, gecenin gömleğini yırtarak savrulan alevlere direndi. Kalbi kaç kez kaç gürültüyle delindi, delindi, delindi. Sonunda evine döndü.

Sokağının başında şöyle bir durdu. "Ateşkes" sonrasıydı. Yokluklar içindeki sokaklarında yine de yankılanan çocuk seslerini duymak istedi. Ama ne sokak yerindeydi, ne de evleri onu bekliyordu. Evlerinin enkazında ilk bulduğu yırtık bir gömlekti. Annesini emen küçük kardeşinin gömleği. İlk hıçkırığı yırtık gömleği bir daha deldi. Sonra okul çantaları çıkıverdi. Tozluydular. Belki de kanlı. Dört tane. Onlar da İmtisal’in kardeşleri. Yeni hıçkırıklar geldi. Annesi, babası, amcaları, kardeşleri, hem gözlerinin önünde, hem de kendi evlerinde hiç sebepsiz kurşuna dizilmişti. Şimdi annesizlik kalbinde bin yangın İmtisal’in. Şimdi babasızlık bin köz gibi büyüyor göğsünde. Her kardeşin hasreti bin ateş İmtisal’in gönlünde. Söyleyin ey zalimler, ateşi kesseniz de, ateşi kesilir mi İmtisal’in?

 

Şifa Hastanesi’nde ateşi yükseliyor hastaların. Pek kesilecek gibi değil. Dinleme aletleri sahipsiz. İlaçlar yetersiz. Yanmış hastaların acıları tarifsiz. Yaralıların yüzü bir daha aynaya bakamayacakları kadar parçalanmış. Dr. İhab Medhun, Dr. Muhammed Ebu Hasira’nın odaları boş. Ambulansa ateş açılmış. Doktorlar da öldürülmüş. Ateşkesten sonra fark edildi bıraktıkları boşluk. Tek taraflı "ateşkes"miş zalimler ama hastaların ateşi kesilmiyor. Ateş kesildi ama Dr. İhab, Dr. Muhammed’in kızlarının yetim kalplerinde ateş hiç kesilmiyor. Yetimlerin ve öksüzlerin hepsi yanıyor, kanıyor, ağlıyor. Ah’larının yalazına yürek dayanmıyor.

"Bu dünyada yaşıyor muyum bilmiyorum" diyor Delal Ebu Ayşe. On üç yaşındaki bir çocuğun ağzından duymaya alışık olmadığımız kadar yakıcı bu cümle. Ailesinden kimse kalmamış. "Babacığım.." deyip de sarılacağı biri beklemiyor Delal’i. Çaldığı hiçbir kapının ardında bir anne sıcağı olmayacak. Kardeşi, henüz dört yaşındaydı ama yanmayı öğrendi. "Annem dört yaşındaki kardeşimi kucağında taşırken tamamen yanarak hayatını kaybetmiş." diyor. Zar zor ayakta duruyor. Konuşması derin hıçkırıklarla kesiliyor. Ailesinden geriye kalan tek canlı kedileriymiş. Kedinin gözlerinde aradığı teselliyi bir türlü bulamıyor. Ateşkes günlerinde evinin sıcağını arıyor Delal. Bulamıyor. Ve yaşadığını bilmeyecek kadar sancılar içinde kıvranıyor. Ateş, düştüğü yerde, Delal’in minicik ruhunda yanmayı sürdürüyor. Zalimler tek taraflı ateş kesiyor ama Delal’in her tarafı ateş kesilmiş.

 

"Kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin. Bu imanın en zayıfıdır." Böyle diyor Şefkat Peygamberi (asm). Bizim "çok büyük iş" sandığımız elle veya dille engellemeye değil de, özellikle kalbin direnişine vurgu yapıyor. Kalbiyle buğz etmeyi "iman" olarak niteliyor. Zayıf olsa da "iman!". Küçük olsa da "iman!" Cılız da kalsa "iman!". Bir şey "iman" olarak nitelenmişse, zayıf da olsa önemlidir, az da olsa çoktur. Çünkü başka her işi anlamlı kılan imandır. Varlığın hepsini arkada bırakan bir önceliktir iman. Eşyanın cümlesini aşağıda bırakan bir yükseliştir iman. Bir eylemin arkasında iman yoksa, o eylem anlamını kaybeder, sahteleşir. Eylemi "salih" eyleyen "iman"dır. "İman edenler ve salih amel işleyenler…" "İman", ameli sahici kılan iksirdir. İmansız eylem, ne kadar büyük olursa olsun küçüktür. Zayıf da olsa o "iman"dan yoksun isek, yani kalbimizdeki buğzu kaybetmişsek, dilimizle yapacağımız itirazı da, elimizle yapacağımız karşı koyuşu da baştan yitirmişizdir. Allah adına olan o buğz, yani zulme nefret, olması gereken yerde değilse, dilimizin ettikleri de, elimizin ettikleri de boşa çıkar. İşte bu yüzden, elimizden ve dilimizden bir şeyin gelmediği durumlarda da, kalbimizden gelen, kimsenin engelleyemeyeceği o direnişi, o özgür ateşi imanımız adına diri tutmamız gerek.

Zalimlere karşı kalbimizdeki buğzumuzu yitirirsek, dilimizle yapacağımız bir şey kalmaz, duayı unuturuz. Sesimiz nefesimiz boşluğa düşer. Dil ile yapacağımızı yitirdiğimizde de, elimizle yapacak bir şeyimiz kalmaz, ellerimiz boşa çıkar. Kalbin direnişini kaybedenler, ellerindekileri imkânı da dillerindekileri fırsatları da kullanamazlar, kullanmazlar.

Kalbimizin direnişi için İmtisallerin, Delallerin, Ömerlerin, İbrahimlerin ve daha nicelerinin kalbini dağlayan o tarifsiz ateşlerin kesilmediğini/kesilmeyeceğini hep hatırlayacağız. Kalbimizde özgürce yakabildiğimiz o direniş ateşini hiç kesmeyeceğiz. Zulmete nefret, zalime buğz ateşi hiç sönmeyecek kalbimizde. İmanın zayıfını da kaybedersek, ne kalır elimizde, ne kalır dilimizde? Hayır, hayır! Hiç ateş kesmeyeceğiz, Hiç!.

 Senai DEMİRCİ


…”İçim serinliyor ilk defa cehennemin varlığından. Haykırdım kaç kere: “Seni seviyorum cehennem…”

Taşları utandırdığın yetti; al kalbini, git cehenneme odun ol!

Taşlar sözünde durur. Nereye koyduysak, öylece kalır orada. Yerinde ağırdırlar. Hangi biçimi verdiysek, sadık kalır yonttuğumuz haline. Beklerler bıraktığımız yerde bizi. Kaypaklık etmezler. Dönmezler verdikleri sözden. Ama senin kanlı dudağından çıkınca söz , "söz" olduğuna utanıyor.

"Dönmek" bile dönüyor anlamından. "Cayma" kelimesi kendi yüzüne bakamaz hale geliyor. Senin durduğun yere ayakucuyla bile girmekten korkuyor vaadler. Fırıldakların başı dönüyor senin dönekliğine bakınca..

Güvenilir taşlara. Emniyet verirler. Yaslanırız kucaklarına. Sırtımızı dayarız hiç kuşkulanmadan. Omuz verirler umutlarımıza. Sert olmaya serttirler ama güleç yüzlerini gösterirler duvar oldukları odalara. Olduğu gibi görünür, göründüğü gibi dururlar. Ama senin yüzün duvardan da duvar… Soğuk. Isınmıyor. Sırtımızı dönmeye gelmiyor. İnsafın kelimesine bile oda olamıyor kalbinin katılığı. Aldatıyor "aldanma"yı bile. Kancık köpeklerin kuyruğuna kuyruk oluyor kanla çapaklanmış kirpiklerin.

İnsaflıdır taşlar yine de. Sular dokununca sırtına, eğilir, erir, yol olurlar. İncecik kökler değince ayak uçlarına, bölünür, dağılır, toprak olurlar. Tazecik filizler dokununca omuzlarına, dönüp bakar, yol verir, çatlayıverirler ortasından. Göz göz pınarlaşır yumuşacık dudaklara değesice. Dereler boyu yoldaşlık eder su serinliğine. Ama senin şom ağzından kin ve nefret akıyor. Senin yüzünü görünce tebessümler donuyor, umutlar kaskatı kesiliyor. Kalbin insafı un ufak ediyor, kovuyor, yok ediyor. İnsaf yüzünün uğursuz kıvrımlarında boş yere yer arıyor kendine.

Çocukla çocuk olur taşlar. Kibirlenmezler. Ele avuc a gelirler. Hoplayıp zıplarlar. Sapan taşı olup sevindirirler çocukları. Çakıl gibi ufalanıp yastık olur çocukça koşmaların kıyısında. Ama senin kalbinin olduğu yerde ufalanıyor çocukça mutluluklar. Senin kalbine değen kibir de utanıyor, kin bile kirleniyor. Kalbinden taşan ateş çocuk ellerini yakıyor, bebe yüzlerini parçalıyor. Sevinçleri doğduğuna pişman ediyor.

 

Gölgesi olur taşların. Serinlik sunarlar yanı başına gelenlere. Ateşi perdelerler. Yangından uzak tutar evleri, odaları. Soğurur alevleri. Ama senin kalbinin gölgesi bile yok. Gölgesinin değdiği yeri bile ateş topuna çeviriyor. Azıcık serinlik vaad edec ek olsa, gölgeleri bile kıskanıyor,kavuruyor. Gölgen bile alev alev yanıyor, yakıyor.

Yapıcıdır taşlar. Üste üste koyabiliriz onları. Yerlerini bilirler. Altta kalan üstteki kardeşinin hatırını bilir. Üstteki alttakinin üstüne en fazla kendi ağırlığını bindirir. Ama senin kalbin utanmaz, arlanmaz yıkımlar pompalıyor kuruyasıca ellerine. Altta kalmaya razı değilsin, nefret üstüne nefret yığıyorsun. Üste çıkınca hepten azıyorsun. "Ayak yolu"na bile döşenmez senin kalbin. Basmaya bile değmez üstüne. Daha ayakkabılarım değmeden kirletiyor, pislik püskürtüyor suratından.

Hatır bilir taşlar. Toprağımızı beklerler. Kabrimizin başında nöbet tutarlar. Adımızı kazısak üzerlerine, unutmaz, unutturmazlar. Yüzümüzü yontsak yüzlerine, kansız da olsa, cansız da olsa, gülümserler, bakarmış gibi yaparlar. Enselerini dönmezler yüzlerimize. Tükürmezler. Ama senin kalbin ne bebek ağlayışına kanar, ne anne çığlığına yanar. Soğuğu bile titretir senin kalbin, buzları buz kestirir. Balgam bile iğrenir taş kesilmiş kalbinin ifrazatından.

Utanır taşlar. Çeşme olup ağlarlar. Kıvrana kıvrana yola düşerler. Kaldırımlarda kimsesizlere yoldaşlık ederler. Köprü altlarında yetimlere teselli sunarlar. Çıplak ayakları yumuşacık, sıcacık okşarlar. Ama senin kalbin taşları bile utandırır. Senin kalbin taşların başını yarar, taşları korkutur. Senin kandan heykelin, senin ateşe kesilmiş etin taşların kalbini çatlatır, yuvalarından kaçırır.

Değil mi ki senin soyundan kimilerinin cürümleri, katı taşlardan daha da katı etmişti kalpleri, soyun gibi sen de taş ol! Değil mi ki, taşın Yaradan’ı, kalplerin Yaradan’ı, senin ve kimi atalarının kalplerini örnek gösterdi katılıkta taşlara, o ataların gibi sen de defol! Değil mi ki, taşlar sağırlıkta, soğuklukta, duyarsızlıkta geri kaldı soydaşın zalimlerin kalplerinin yanında, sen de yok ol!

Kalbini uzak tut taşların başından… Taş ol. Kalbini sök ve al bizimkilere benzeyen bağrından. Al , o çaresiz çocukların attığı taşlardan birini de kalbinin yerine koy. Def ol yeryüzünden, ufalanıp toz ol! Çek o utanç heykeli yüzünü aynalarımızdan. Bizimkini andıran, "insan" sanılan, kokuşmuş cesedinin içinden kaç. Yok ol!

Senin taş kalbinden merhamet umanlar taş olsun. Senin alev kesilmiş dudağının ateşkesine inananlar ateş olsun. Çekil aramızdan.. . Uzak dur göğümüzden. Al ,o tedavülden kalkmış "insan"lığını. Al, o taşları utandıran kalbini de, git, göğsündeki taşınla, soyunu da utandıran kahrolası "insan"lığınla cehenneme yakıt ol!

İçim serinliyor ilk defa cehennemin varlığından. Haykırdım kaç kere: "Seni seviyorum cehennem…" Sayende.. Sayende. Senin sayende…

SENAİ DEMİRCİ  

Son kez söyle bana, onca vebali RABBİM yanına kâr bırakacak mıydı?…

SÖYLE BANA…

 

Söyle bana, “üsttün ırk” inancın seni ne kadar daha kamufle edebilir. Üstünlük ırkında mı yoksa zalimliğinde mi gizlidir.

Hak(c.c) katından bildirilen üstünlük oysa ırktan gelen değil, takvayla ölçülendi…

Söyle bana,”vaad edilmiş topraklarının” sırrı neydi. Bunca kana bulanmış ve bağrında feryadı figanlar barındıran bu topraklar gün gelir seni de terk etmeyecek miydi? Tüm fanilik gibi senide derinliklerine gömmeyecek miydi?

Söyle bana, kim barış içinde yaşamak istediğin topraklardan seni söküp atmak, yüreğini kanatıp, canından can almak istedi. Kim baharını zoraki kışlara çevirmek istedi?

Söyle bana, adalet kutsallıkla anılan bir kavram değil miydi? Eğer öyleyse kutsal saydığın bu yerlerde neden adaletsizlik, haksızlık ve zulüm kol gezmekteydi?

Söyle bana, büyüklük muhtaca kol kanat germek değil miydi? Peki, niyetin büyük olmaksa, elli yıldır süren bu zulüm kimeydi. Ya da bir anlık dünyalık zevkin için bunca çileye değer miydi?

Söyle bana, senin adına yuvalar yakılır, evler bombalanır, çocuklar ailesiz, aileler evlatsız bırakılırken, uykunun olmadığı geceler, güneşsiz sabahlara uğurlanırken, nasıl olurda gözlerini huzur içinde kapatıverirdin?

Söyle bana, bu canilik değilse, daha dili dönmemiş bebekleri öldürmenin başka bir ifadesi mümkün müydü? Vatanlarında mülteci olan yüreklerin feryatları senin lugattınca ruhsuzluk muydu?

Söyle bana, bu kinin amacının ve sonuçlarının üzerine bıraktığı mutluluksa ve kazandım zevkini yaşatıyorsa sana, acaba insanlığın kan dökmeden yaşadığı hakiki mutluluk bir yalan mıydı? Birilerini yok edip kazanmak acaba hakiki kazanmak mıydı?

Söyle bana, adına bu âlem yaratılmış olan bile bırakıp giderken, bu üç günlük dünya sana kalıp yar olacak mıydı? Ya da mazlumun ahı yakanı iki cihanda bırakacak mıydı?

"Söyle bana” demiyorum artık, söyleyeceğini dön bir yüreğine söyle, sence verdiğin cevap mantıklı mıydı?

Yoksa baştan aşağı menfaat ve haksızlık mı kokmaktaydı?

Son kez söyle bana, onca vebali RABBİM yanına kâr bırakacak mıydı?

İlknur DOĞANAY

Gönüllerde kopacak bir “Hu” fırtınası kum tanelerini zalimlerin gözüne sokacak güçtedir…

Gazzeler gazel olmasın

GAZZE GAZEL oluyorken gazel okumak, Beyrut batıyorken sadece bağırmak neyi kurtarır? İnsanlığın nefsi İsrail insaniyeti katlederken susmak, ne büyük bir sorumsuzluk, ne büyük bir acı, ne büyük bir katliam…Eliyle, diliyle müdahale edememek veya etmemek, kalbiyle buğz edememek veya etmemek vicdanların buzlaşması demek…

Buzlaşmış vicdan üzerine hangi insani değeri inşa edebilirsiniz? Binalar yükseltebilirsiniz fakat insaniyeti yüceltemezsiniz. Vahşi hayvanların bile korktuğu zulmü işleyenler, kalplerini yiyen aç kurtlar olabilir ancak. İnsanlığın son deminde insanlık sürünüyor… Şırıngalanmış dünyevileşme zehirinden, sefahat sersemliğinden ayağa kalkamıyor.. Film seyreder gibi savaş seyrediyor veya haberleri de film zannediyor.

Nasıl olsa uzak diyarlar! Nemelazım duvarından atlayıp öteye geçemiyor. Bilmiyor ki o duvar bir gün yıkılacak da altında kalacak. Zulme karşı sukut, insanlığın sukut-u hayali… Ayıkken uyur gezerler zulüm tokadıyla mı uyanacak?

Adam sıraya koymuş pataklaya pataklaya geliyor, dünyanın gözü önünde koca bir millete sokak çocuklarının ağzıyla küfrediyor. Gizlemiyor artık kendini, aleni geliyor…Deccalizmin yeni versiyonu sinemalarda! Dünya kupasından hemen sonra… Toplaşmış kafalar, sefahate düşmüş duygular, şüpheler düşüncelere üşüşmüşken tam zamanı… Belki insanlığı köle yapabilirim artık!

İkiz kuleleri yıkmakla saati işletmeye başladılar… Şu anda saat tıkır tıkır işliyor…Yakım, yıkım, kan, gözyaşı…

Biz bu hale nasıl düştük? Ehadis-i şerifede gelmiş ki: “Ahir zamanda Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslam’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’i beşeri herc ü merc eder ve koca Alem-i İslamı esaret altına alır.”

Çare? “Ey ehli iman! Zillet içinde esaret altına girmek istemezseniz , aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı- innemal mü’minine ıhvatün- kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu muhafaza edebilirsiniz .” ( Yirmi İkinci Mektup, Beşinci Vecih )

Hal de belli, çare de… Belli olmayan bizim belirsiz tutumlarımız ve tutarsızlıklarımız…İçte olan büyük cihadı küçümsemiz… Küçük işler, basit hevesler, tamah, tembellik ve tenperverlik…

Nefis esaretinden tam kurtulamamak, kalp ülkesini keşfedememek…Kainatın oyun ve oyuncak olsun diye yaratılmadığını unutmak… Kendini bulan arif olamamak…

Temizlenmiş bir kalbin akılla uhuvvetiyle vücut hanesinde muhabbeti hakikatle tesis etmek… Aile fertleri arasında hürmet ve muhabbetin iyice yerleşmesi… Komşuluğun kardeşliğe dönüşmesi… Mahalle ve şehir dairelerinde açılımın devam ederek memleket ve Alem-i İslama uzanması, insanlığı kuşatması…

En önemlisi de hizmet dava eden cemaatlerin kendi içinde ve diğerleriyle olan münasebetlerinde muhabbeti azami düzeye çıkarmak….

Herkesin yapabileceği iş var ve herkes işini iyi yapacak… Yokluğu razı değilsek varlık için çalışacağız.

Gazel okunacak zaman değil, yüreksiz gayretler bir işe yaramıyor…Gönüllerde kopacak bir “Hu” fırtınası kum tanelerini zalimlerin gözüne sokacak güçtedir…Kumsallarda gönül eğlendirmekle olmaz bu işler.

Ya Hayy Ya Kayyum Ya Kahhar Ya Cebbar…Yeryüzündeki Müslüman kardeşlerimizi zalimlerin şerrinden muhafaza eyle… Eman ver bize, emniyet diliyoruz Ya Selam… Kusurlarımız bağışla, hidayete erdirdiklerinden eyle Ya Rahman… Hastalarımıza şifa ver Ya Şafi…Borçlulara eda ihsan eyle Ya Kefil… Dertlere deva ver Ya Rahman ü Rahim…Kendine kul etme şerefiyle yücelt bizi Ya Allah…

Şeytani nefis füzeleri ıskalayarak üzerimizden geçsin de ebedi Gazzelerimiz gazel olmasın Ya Rabbi…

İzzetin, Celalin, Azametin, Kibriya’n hürmetine istiyoruz Ey Haluku Külli Şey, zira istemeyi sen verdin bize, vermek istemeseydin istemek vermezdin.

Hüseyin EREN

dost cana aynadır…

GERÇEK DOSTLUK
İkisi, çok samimi dost ve arkadaşlardı. Fakat, biri çok kurnaz, atılgan ve hareketli, diğeri ise çok saf, dürüst ve sessizdi.
Bir gün kurnaz olanı, yine arkadaşının yanına giderek işlerinin bozulduğunu söyler ve kendisinden para ister. Samimi dostu onu hiç kırmaz ve elindeki bütün parayı arkadaşına verir. Arkadaşı bu parayla işlerini düzeltir.

Bir süre sonra kurnaz olanı, yine arkadaşının yanına gider ve arkadaşının evlenmek üzere olduğu nişanlısını çok beğendiğini ve mutlaka onunla evlenmek istediğini, bu iyiliği kendisine yapmasını ister. Arkadaşı çok şaşırır, ne diyeceğini bilemez. Fakat aralarında o kadar kuvvetli sevgi ve dostluk vardır ki, arkadaşının mutluluğu için bu teklifi de kabul eder ve arkadaşı için nişanlısından vazgeçer.

Zaman içinde saf olanın işleri bozulur ve birden arkadaşı aklına gelir “Ben ona sıkıştığında iyilik yapmıştım” diyerek, arkadaşının iş yerine gider ve kendisine çalışması için iş vermesini ister. Arkadaşı ona iş vermez. Bizimki pişmanlık ve üzüntü içinde geri döner, ama yine de “bir bildiği vardır” diyerek arkadaşına kızamaz.

Saf ve temiz olanı bir gün sokakta dolaşırken, yanına hasta ve yaşlı bir adam yaklaşır. Fakir olduğu için ilaç alamadığını söyler. Bizimki yaşlı adamcağıza acır, istediği ilaçları alır ve adamcağıza verir. Kısa bir süre sonra yaşlı adamın öldüğünü duyar. Yaşlı adam çok zengindir ve bütün mirasını kendisine bırakmıştır. Saf adam artık yaptığı iyiliğin karşılığı olarak zengin biri olmuştur. Biraz da sevdiği dostuna olan kırgınlığıyla dostunun iş yerinin karşısında bir ev alır ve oraya yerleşir.

Bir gün evin kapısını bir dilenci kadın çalar. Yaşlı kadın “çok aç olduğunu” söyler ve “kendisine yemek vermesini” ister. Bizim saf, hiç düşünmeden kadını içeri alır, karnını doyurur, kimsesinin olmadığını öğrendiği kadına, kendisinin de yalnız olduğunu söyler ve “Bu evde birlikte yaşayalım, sen evin işlerini ve yemeklerini yaparsın” der. Yaşlı kadın hiç düşünmeden kabul eder.

Bir süre sonra yaşlı kadın, bizimkine, “Kendine uygun bir kız bulup evlenmesini” söyler. Bizimki böyle bir kızı nasıl bulacağını, kendisinin tanıdığı olmadığını söyler. Yaşlı kadın ona uygun bir kız tanıdığını ve kendisiye görüşebileceğini söyler. Görüşmeler sonucunda evlenmeye karar verilir ve düğün davetiyeleri basılır. Bizimkisi kırgın olduğu halde, çok samimi dostunu unutamamıştır. Biraz da geldiği konumu görmesi açısından, samimi arkadaşına da davetiye gönderir.

Düğün günü gelir çatar. Saf adam, düğün salonunda bazı şeyler söylemek isteğiyle mikrofonu alır ve başlar yaşadıklarını anlatmaya; “Eskiden çok sevdiğim bir dostum vardı. Bir gün işleri bozulunca benden borç para istedi elimdeki bütün parayı verdim. Evlenmek üzere olduğum nişanlımı çok beğendiğini söyleyerek benden istedi. Çok üzülerek onu da kendisine verdim. Çünkü biz gerçek dosttuk, onun üzülmesini istemedim. İşlerim bozulduğunda onun fabrikasına gittim ve çalışmak için kendisinden iş istedim. Bana iş vermedi, çok üzüldüm, ama yine de arkadaşıma kızmıyorum. Çünkü biz gerçek dosttuk!..”
Bu konuşma üzerine kurnaz arkadaşı daha fazla dayanamaz, mikrofonu eline alır ve başlar konuşmaya; “Benim de bir zamanlar çok sevdiğim bir dostum vardı. İşlerim bozulduğunda kendisinden para istedim. Bütün parasını bana verdi. Sonra ondan nişanlısını istedim. Üzülerek onu da bana verdi… Nişanlısını istememin nedeni, o kadının arkadaşıma layık bir kadın olmamasıydı. Kendisi çok saf ve temiz olduğundan, arkadaşımı o kadından bu şekilde kurtardım. İşleri bozulduğunda gelip benden iş istedi. Arkadaşımı kendi emrimde çalıştıramazdım. O yüzden kendisine iş vermedim. Günün birinde karşılaştığı adam benim babamdı. Babam ölmek üzereydi, onu arkadaşımın yanına ben gönderdim ve mirasını ona ben bıraktırdım. Evine gelen dilenci kadın benim annemdi. Ona bakıp iyi yaşamasını sağlamak için ben gönderdim. Şu anda evlenmek üzere olduğu bayan da benim kız kardeşim. Onu arkadaşımla evlenmesine ben ikna ettim. Değerli misafirler, işte biz öyle gerçek dostuz…

aciz ahmed’in notu; o kadar geçici dünyanın süsüne aldanmışızki kimsenin karşılıksız bir şey yapabileceğine inanmıyoruz,herşeyimiz ben eksenli,hep menfaat üzerine düşünüyoruz Allah için sizlerden hiç bir şey beklemeden sırf onun rızasına ermek için gayret eden nice gönül insanı olduğunu unutmayalım.ben yerine biz maddi menfaat yerine manevi dostluk ortamının yeniden tesisi için çaba sarfedelim.ve eğer dost isek Allah için dost olalım ve birbirimize inanalım yüz tane iyi hasleti olan bir insanı bize uymayan bir hasleti için hemen kestirip atmayalım unutmayalım ahde vefa da imanın gereğidir…vesselam