“Eyvah dâvâm!”


Bediüzzaman, müsait olduğu günlerde Van dışına çıkıp açık havada derin bir tefekküre dalardı. Sürekli olarak, gelecekte gerçekleştirmeyi istediği projelerini düşünürdü.
Yine böyle bir gün, elli-altmış metre yükseklikteki Van Kalesi’nin başında, yapacağı çalışmaları düşünmeye koyulmuştu.
Kendinden geçmiş bir haldeyken, bir anda ayağı kaydı. Önündeki onlarca metrelik uçuruma doğru gitmeye başladı. O anda kafasında yer eden tek düşüncesi, dâvâsıydı.
Kur’ân’ın hakikatlerini bütün âleme ilân etmek dâvâsı… Ondan başka hiçbir şey düşünmüyordu.
Ama gidiyordu uçuruma doğru… Dâvâsı ne olacaktı şimdi? Hayalleri yarım mı kalacaktı? İşte can korkusuyla değil, dâvâ korkusuyla bağırdı.
“Eyvah dâvâm!”
Aşağı düşmesi gerekirken, harika bir şekilde, uçurumun iç kısmında bulunan bir mağaranın önüne düştü. Yüce Allah gelecekte yapacağı hizmetler için, onu çekip kurtarmıştı.

HALİT ERTUĞRUL

Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim…

KONUŞAN YALNIZ HAKİKATTİR
  Risale-i Nur’da isbat edilmiştir ki, bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yâni, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu hük…üm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu, adalet-i İlâhiyenin bir nevi tecellisidir. Ben şimdi düşünüyorum… Yirmisekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyor, mahkemeden mahkemeye sevkediliyorum. Bana bu zâlimane işkenceleri yapanların atfettikleri suç nedir? Dini, siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünki, hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor.. diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor.. beni tazyik ediyor.. türlü türlü işkencelere mâruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmisekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı, esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar. Onlar bu ithamı kasden mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar. İster kasıd, ister vehim olsun, benim böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemal-i kat’iyetle yakînen ve vicdanen biliyorum ya.. dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor ya.. hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyor ya.. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme ve muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval, Adalet-i İlâhiyyeye muhalif düşmez mi?
Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum; üzülüyordum, muzdarip oluyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi bildim. Ben, kemal-i teessürle söylerim ki; benim suçum hizmet-i Kur’aniyemi maddî manevî terakkiyatıma, kemâlâta âlet yapmakmış.. şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum. ALLAH’a binlerle şükrediyorum ki; uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i îmaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma, azaptan, cehennemden kurtulmaklığıma, hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevi gayet kuvvetli mânialar beni menediyordu. Bu derûnî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı. Herkes hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri âmâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak herkesin meşrû hakkı olduğu hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben, ruhen ve kalben bu ahvalden menediliyordum. Rıza-i İlâhiden başka fıtrî vazife-i ilmiyyenin sevkiyle yalnız ve yalnız îmana hizmet hususu bana gösterildi. Çünki, bu zamanda hiç bir şeye âlet ve tâbi olmıyan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i îmaniyeyi fıtrî ubudiyetle bilmiyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara te’sirli bir surette bildirmek, bu keşmekeş dünyasında îmanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bu tarzda, yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın; herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat da, bu zamanda, bu şerait dahilinde dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir; yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük mânevî bir mertebede bulunsa yine vesveseleri bütün bütün izale edemez; çünki, imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: «O şahıs dehasıyla, hârika makamiyle bizi kandırdı.» böyle der ve içinde şüphesi kalır. Allah’a binlerce şükür olsun ki: Yirmisekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i İlâhi ihtiyarım haricinde dini, hiç bir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın diyor, îman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, îmana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor, nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun. İşte Nur Risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler yüzbinlerce kitaplar daha beliğâne neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur; Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur; konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i îmaniyedir. Madem ki: Nur-u hakikat, îmana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor.. bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar, mâruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulüm edenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa, herkes gibi gayet meşrû ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî mânevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, îman hizmetinde bu büyük ve mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben, maddî ve mânevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede, hakikat-ı îmaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda hizmet-i îmaniyede onlar devam edeceklerdir; ve benim, maddî ve mânevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır; yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.
Bize işkence edenler bilmiyerek, kader-i İlâhinin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek hakikat-ı îmaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Ben çok hastayım; ne yazmaya ne söylemeye takatim kalmadı; belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetüzzehra’nın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar. Bedîüzzaman SAİD NURSÎ (R.A.) Onu dinlemeyen muasırlarına takılmadı. Atladı, asırlar ötesine hitap etti. Onlarla konuştu manevi telsizle, telgrafla. “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.”
Vefatının 54. Sene-i devriyesinde Üstad Bediüzzaman’ı Rahmet ve Minnetle anıyoruz…

Evet, ümitvar olun…

” Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İSLAMın sadası olacaktır.” Bediüzzaman Said Nursi Hz.

Vefatının 53.Yıl dönümünde Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini Rahmet ve Minnetle Anıyoruz…

“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar.”
   Emirdağ Lâhikası

İnsan Bu Aleme…

İnsan ve Vazifesi…
” İnsan bu aleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. mahiyet ve istidad itibariyle her şey ilme bağlıdır. ve bütün ulum-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır. ve onun üssü’l-esası da iman-ı billahtır.” Sözler

Şu memleket hâkimsiz olur?

“Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz, bir harf kâtipsiz olamaz; biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? “

Allah’a tevekkül edene, Allah kâfidir…

Allah’a tevekkül edene, Allah kâfidir…
İ’lem eyyühe’l-aziz! insan, seyyiatıyla Allah’a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ, hariçte, vâkide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenâb-ı Hakkın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü, hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eli
yle kendi evini yıkıyor.
İ’lem eyyühe’l-aziz!
Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, Kâmil-i Mutlak olduğundan, lizatihî mahbubdur. Allah, Mûcid, Vâcibü’l-Vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence O’dur. Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak O’nun bekasıyladır. Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; her şeyin anahtarı O’ndadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.
İ’lem eyyühe’l-aziz!
Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!
İ’lem eyyühe’l-aziz!
Cenâb-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvanla fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nev’î ünvandır. Amma Cenâb-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.
İ’lem eyyühe’l-aziz!
Esmâ-i Hüsnânın herbirisi ötekileri icmâlen tazammun eder: Ziyânın elvan-ı seb’ayı tazammun ettiği gibi. Ve keza, herbirisi ötekilere delil olduğu gibi, onların herbirisine de netice olur. Demek, Esmâ-i Hüsna, mir’at ve ayna gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mezkûr kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okuması mümkündür.
Mesnevî-i Nûriye, s. 110-111.

Lügatçe:
Seyyiat: Günahlar.
Lizatihî: Zâtı için.
Kurbiyet: Yakınlık.
Bu’diyet: Uzaklık.
Adem: Yokluk.
Zulmet: Karanlık.
Melce: İltica edilecek, sığınılacak yer.
Mence: Kurtulunacak yer, necat yeri.
Umur: İşler.
Tavattun: Vatan edinme, yer edinme.
Sema’: İşitme.
Elvan-ı seb’a: Yedi renk.

Bismillâh her hayrın başıdır…

” Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır.”
Rnk Sözler 1.söz

Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki…

” Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! “

Yanlız Adam…

NE HANIN vardı, ne de hanedanın var. Ne karizman, ne de entelektüel kimliğin… Kayıptın kimilerince… Yalnızdın, yalındın, ama yılgın değildin.

Sade ve sivildin… Senin en sevdiğim yönün de bu… Üç devrin değişimini gördün, elbiseni hiç değiştirmedin. İsimlerin ve resimlerin değişmesiyle hakikat değişmezdi, fakat senin duruşun ve elbisen hakikatin değişmezliğinin resmiydi.

Tutarsızlıklar hiç tutunamadı sende… “Zalimler için yaşasın cehennem” derken, hapishane penceresinden bakarken liseli genç kızların istikbali için ağlayabiliyordun. Rus kumandanına ayağa kalkmazken, jandarmanın dur demesine sükûnetle uyuyordun.

“Namaz kılmayan haindir”in ardında sonuna kadar duruyor, sürgünleri hapisleri göze alabiliyordun. Gözünden ve özünden ölüm hiç ayrı düşmüyordu. Zevk zevzekliğinden ziyadesiyle uzak bir zahiddin…

Çok inceydin… Kendi ölümüne gülerken, yelde savrulan kavak yapraklarına, ölüm adına ağlayabiliyordun. Sinekler bile sende sükûnet buluyor, tahtakuruları hakikatinle hayatta kalıyordu.

Sevgi ve şefkat sinen etrafında, ateşe atılmaktan çekinmeyen kelebekler gibiydi dostların… Davetine icabet edeni hiç unutmadın, hiç de utandırmadın. Satılmadın, satmadın kimseyi…

Herkesin hatırı vardı yanında… Hatıraları hatırladıkça hicap ediyoruz halimize… Halinle hallenseydik, hal-i âlem böyle mi olurdu?

Casusu bildiğin halde tecessüs etmiyor, köpeğin bile gıybetini ettirmiyordun. Sana zulmedene, belki hidayete gelir umuduyla, şefkat elini uzatıyordun. İdamı reva görenlere hakkını helal ediyordun.

Hâlâ anlayabilmiş değilim başkasının imanını kurtardığında, vücudun cehennemde yanarken gönlünün gül gülistan oluşunu… Menfaat adına bir kırıntı dahi gönlünde yer etmemiş ki, cennet bile sevdan olmamış… Yavan yüreğim nasıl anlasın?

Sıcak odalarda, rahat koltuklarda okuduğum kırmızı kitapların hakikatiyle kalbim yansaydı belki bu kadar yavan yaşamazdım. Nurlarla dağlansaydı yüreğim, dağınık düşüncelerim ulvileşerek yükselirdi.

Tefekkürü terk etmedin, hayat adına ölümü haykırdın hep, sabır sadrından dökülen hamd damlarıyla ubudiyet çiçekleri açtı… Çiçek bahçesine döndü hapishane koridorları.

Zehrin tesiriyle kendine geldiğinde gözyaşlarına boğulmuştun bir hapishanede koğuşunda. Ağlayışın ne kahırdan, ne de hastalığındandı, akşamki zikrini yapamamaktandı. Zikrin lezzeti bütün elemleri ve emelleri def ediyordu.

Sen ki yokluğa ermiştin, varlar seni nasıl anlayabilirdi.

Seni anlatıyor değilim, olamam da… Anlayışsızlığıma anlayış göstereceğini bilmem cesaretlendiriyor beni. Sana uzak olsam da yakınlığını esirgemeyeceğini biliyorum.

Ham hayallerle hamlaşmış hayatta kayıyor olsam bile, şefkat elini uzatacağın ümidi dolu içimde. İçimi açıyorum sana, beni ayıplamayacağının rahatlığıyla söyleşiyorum.

Milyonları bulan ordunda bir nefer olarak cehalete, zarurete, ihtilafa savaşmak istiyorum… Sanat, marifet, muhabbet silahlarıyla…

Hanedanın yok ama milyonları bulan evlatların kıtaları kuşatıyor. Küfrün belini kırmıştın himmetinle, talebelerin boynunu koparacak inşallah. Yeryüzü yeniden saadet asrının kokusuyla nefeslenecek.

Nefeslerimizi nefislerimizin esaretinden kurtardığımızda kıtalar da kurtulacak. Kaçtığımız ölümün ardısıra koştuğumuzda kâinat da bizimle beraber koşacak.

Ey yalnız adam, belki o zaman sana biraz olsun yaklaşmış oluruz…

Hüseyin EREN