Veda eder hazan yaprağına, baharda gülde seni bulalım diye, veda eder kış soğuğa, yazda senin şefkatinin sıcaklığına bürünelim diye…

Her Veda Sana Kavuşmakmış..
Her veda bir adım daha sana gelmekmiş, ayrılıklar yeni doğuşlara gebeymiş, her yol bitişi zannedilen nokta sana dönüşün bir nişanesiymiş. Oysa yolun başında veda ile sözlenmiş, ayrılıkla nişanlanmış, düğün olarak ithaf edilen vuslata böylece varmıştık. İlk veda sözümüzdü, “Elestü birabbiküm” kelamına verilen “Belâ” yanıtı, bu yanıt ki, bir nevi ruhlar âlemine veda edip, müthiş bir intizamla donatılmış rahim köşküne kısa bir süreliğine misafirliğe sürükleyendi, aciz varlığımızı. Sayılı her gün yeni bir vedayı büyütür derinliklerinde, beklenen gün gelir ve ufukta yeni bir veda bekler bizleri. Bu veda ömür hikâyesinin üçüncü sayfası dünyanın koynuna salar, tüm varlığımızı.
Belki de vedaların yorgunluğunu en çok hissettiğimiz limandır, dünya hayatımız. Onca yaşanılana şahit olmuştur, her ayrılığın adımını sinesine kazımıştır titizlikle. Dünya semasından her daim veda yağmurları yağmış olsa da, rahmeti ve bereketi bizim yüreklerimizde hep senin iklimini yeşertti. Veda ettik bebekliğimizin sevimliliğine, veda ettik çocukluk muzipliğimize, veda ettik gençlik heveslerimize, veda ettik erişkinliğin sorumluklarına, veda ettik yaşlılığın yorgunluğuna gün geldi. Her veda hüznün rengi olsa da, başka bir baharında habercisi oldu. Her vaktin üzerine çöken veda seherinin ardından, muhakkak bir vuslat güneşi doğdu.

Vedalar ki, varlık tülünün aralanış sebebi, vedalar ki, hayat yolculuğunun kaldırım taşları, vedalar ufukta açılan yeni kapılar, veda eşittir yeni doğuşlar. Her veda’nın hüzün rüzgârı savursa da varlığımızı, acıtsa da yürek derinliklerini, ya da umutsuzluğa bürüse de bir anlığına hayallerimizi, her seferinde kapına bıraktı, biçare varlığımızı, kâh yorgun, kâh çaresiz, kâh umutsuz ama her ne olursa olsun senin kapına ulaştırdı bizleri.

Veda eder hazan yaprağına, baharda gülde seni bulalım diye, veda eder kış soğuğa, yazda senin şefkatinin sıcaklığına bürünelim diye, veda eder bulut yağmura, toprağın bağrından ikram ettiklerine şükredelim diye, veda eder gün geceye, koynunda sakladığım seni çıkarmak adına. Veda eder bülbül güle, güle olan sevdasını değil Onu yaratana olan hayranlığını anlatmak için. Veda eder çöller yağmura sen sen diye kavrulmak adına. Veda eder rüzgârlar sensiz iklimlere. Veda eder sevdalılar cismani sevdalarına, yürekteki hakiki sevdana kavuşmak için. Veda eder her varlık, bir önceki suretine yeniden seninle var olmak adına. Kâinat her vedanın ardından el sallarken, her yeni doğuşa da kucak açmakta.

Velhasıl gün gelir bu fani dünyaya yapılan son veda da sana kavuşmaya atılmış koca bir adım oluverir. Veda ile yıkanmış koca bir hikâye haşir sabahıyla ebedi bir vuslatı bağrında yeşertir. Her veda biraz hüzün, bir tutam burukluk, bir nebzede özlem bıraksa da üzerimize, her kaybettiğim dediğimiz, bitti dediğimiz, sonların şarkılarını ezberlediğimiz bir zaman da “ben buradayım” sözünü fısıldadı ruhlarımıza. Vadenin yalnızlığa sürükleyen koylarında dolaşırken, şah damarından daha da yakınlarda birinin varlığı serinletti, ayrılığın kavurucu ateşiyle tutuşmuş benliğimizi. Belki her veda da bir şeyler bırakı verdi ellerimizi, ama sen hep yeni başlangıçlarla, sana kavuşmakla süsledin ezeli ve ebedi düşlerimizi…

Varsın vedalara teslim olsun bu gönül, her veda sana bir adım daha kavuşmakmış ya…

Sevginin adresi O’nu, Allah’ı (cc) gösteriyor…

Sevgi herşeydir

“…Aranızda merhamet ve sevgi vermesi de

nun âyetlerindendir. Düşünen bir topluluk için

bunda ibretler vardır.” (Rum Sûresi, 21)O

En güzel bir yanımız da sevgimiz. İçimizde çiçekler, güneşler açtırır sevgimiz. Yaşadığımızın, insan olduğumuzun farkına vardırır.

Sevgiyle bakmayan gözler, kördürler. Kalpler de öyle. Sevgiyle uzanmayan eller, okşamayı bilmezler. Kendi güzelliklerinden verip, paylaşmayı da bilmezler. Sevgi bir şey değil, her şeydir. Mevlânâ, “sevgisiz insan, kanatsız kuş gibidir” der.

Sevgi, insanın yaratılışıyla birlikte ortaya çıkan ve insanla var olan bir gerçek. Yüce yaratıcının takdiri bu. Mayamıza, hamurumuza kâinatı içine alacak bir sevgiyi koymuş. Öyle bir deniz ki, sahili yok. Kimi farkında, kimi de habersiz bu hazineden.

Sevgi dolu yürekler, bahar gibi gelirler, güneş gibi kendini gösterip ortalığı bir anda ısıtır ve aydınlatırlar. Sevgimiz yüreğimizden gözlerimize de yansır.

Bir anne, “Evlâdım, ekmeğinin üzerine yağ mı süreyim, bal mı?” diye sorar. Çocuk, “Anneciğim, sadece sevgini sür, yeter,” der.

Sevmek ve sevilmek, güneşi iki yanından hissetmektir. Sevgisizlik, ışıksızlıktır. Hemen fark edilir, seslere ve sözlere de yansır. Sevdiğini ve sevildiğini bilen insan ne bahtiyardır. İnsanın en büyük acılarından “yalnızlık” duygusunun da sevgide çözümlendiğini görüyoruz. Sevginin kendisi her şeyden güzel, her şeyden iyidir. Hatta pek çok güzelliklerin ve sayısız iyiliklerin bile kaynağıdır.

Sevgiyle neler olmaz ki, ne hizmetler yapılır. Ne yuvalar kurulur. Nice kalpler onarılır. Nice eli yüzü ışıldayan nesiller yetişir. En önemlisi de insanlar sevgiyle barışır, birbirine kaynaşır. Denizler durulur, öfkeler susar, rüzgârlar diner. Nice kavgalar, çekişmeler biter. Bir uykudur âdeta sevgi, acıların ve dertlerin üstüne çöker.

İçimizdeki yabancılık duygularını silip, yerine yakınlık duygularını getiren sevgi. Yaşadığınızı o zaman anlarsınız. Ömründe bir defacık olsun sevgi sözünü duymamış kalpler, ne kadar yoksul, ne kadar hastadır kim bilir!.. Rabbim! Seni sevmek, Seni anlamakla tatmin olacak bu kalplere ne oldu?

Ey kalbimizin ve sevgimizin sahibi, çekme elini kalbimizden. Düşmanlık duygusunu, kini, hasedi sök at içimizden. Sevginin saltanatı ebediyen hükümran olsun.

Sevgi yoksa duramazsınız, onsuz yapamazsınız, peşine düşer ararsınız. Hayatı o zaman anlar ve derinden kavrarsınız. Allahım ne zenginliktir bu… Gerçek yoksulluk bundan mahrumiyet. Bilmeyenlere, duymayanlara da nasip eyle.

Gözlerimi seviyorum; güzeli görebildikleri için. Kulaklarımı seviyorum; bütün sesleri nasıl da seçip dinleyebiliyorlar. Dokunmak, duymak, tatmak hepsi ne güzel. Yalnızca beş duyu mu?.. Hayır. İnsanın sayılamayacak kadar çok manevî duyguları da var. Bunları bir yüreğe koyup, onun içine sığdıran Rabbimi de seviyorum. Bütün baş döndürücü bu güzellikleri, bir sofra gibi serdiği için önüme, seviyorum.

Sevgiyle bakınca, dertler de azalıyor, acılar da hafifliyor. Öyle bir dünya açılıyor ki içinizden, dışınızdaki dünya onun yanında çok ama çok ufak kalıyor. Allah’ı (cc) ne kadar sevsem az. Böylesine güzeli seven bir yürek verdiğin için şükran duâlarım sadece Sana’dır. Bizi arındırıp, güzelleştiren sevgilerden dilerim nasibiniz çok olur.

Gülü sevmeyen, güzeli sevmeyen insan yok. Demek ki gülü seven, gülü yaratanı da sevebilir. Güzeli sevenler, o güzelliğin sahibini ve yaratıcısını da sevebilir. Sevginin adresi O’nu, Allah’ı (cc) gösteriyor.

Sevgi güzelleştiriyor insanı. Mutlu kılıyor. Bu duyguyu içinde duyan, yıkanıp arınan ruhlar, başkalarını da mutlu etmekten geri kalmıyorlar. Mutluluk da sevgi gibi tek başına yaşanılmıyor. Yansımak istiyor, çoğalmak ve paylaşılmak istiyor. O zaman İlâhî bir ışık gönlümüzden elimize, yüzümüze vurmaya başlar.

 

Verdiğiniz zaman sevgiyle verirsiniz. Elinizdeki belki çok az bir şeydir ama karşı tarafa çok görünür ya da Allah öyle gösterir. Her şeyini verenlerin, vermekten çekinmeyenlerin ambarları hiç boş kalmaz. Sevgi paylaşıldıkça artar. Bu köhne dünyada nefsin ve şeytanın tuzaklarına takılan ruhlar, sevgiyle özgürleşir ve serbestleşirler ancak.

Sevgi içimizde çiçekler, güneşler açtırır. Yaşadığımızın, insan olduğumuzun farkına vardırır.

Sevmeyenlere, sevgiyle bakamayanlara acıyın, onlara duâ edin. En büyük azabı tatmakta olduklarından haberleri bile yok. Mümkünse uyandırın bir sevgi sözüyle, bir iyilikle, bir gülle, bir çiçekle gönüllerini alın. Bir de bakarsınız ki, ardınızdan bir sevgi seli çağlayıp coşabilir. Hiç yoktan her şeyi yaratan Allah (cc) o kalplerde sevgiyi niye yaratmasın.

Taşa göz vermeyen Allah, katı kalplerde de sevgiyi ve merhameti yaratmıyor. Biz duâ edelim, onlar için de, bütün kardeşlerimiz için de isteyelim bu sevgiyi. Ey Rabbimiz, kalbimiz Senin. Kalbimizi sevginle rızıklandır.

Sevginin en gerçeği ve en yücesi, hiç şüphesiz her şeyin ötesindeki derin bir Allah sevgisidir. Öze doğru, bir olana, Allah’a doğru yöneliştir bu sevgi.

Bediüzzaman, “Aşk şiddetli bir muhabbettir; fani mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır; veyahut o mecazi mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder” der (Mektubat).

Geçici sevgilerin de Allah’a ulaştırıcı olmakla beraber, onların tehlikelerini de nazara verir Bediüzzaman. İnsanın bu zayıf yönüne de dikkat çekmekten geri kalmaz.

Sevgi bahsi olur da Mevlânâ’ya kulak verilmez mi?

“Sevgiyi anlatmak için ne söylersem söyleyeyim, asıl sevgi belirdi mi, sözlerimden utanırım. Sevgiyi, şefkati yine ancak sevgi anlatır. Güneşin varlığına delil, yine güneştir. Ben öyle bir sevgiyle doluyum ki, benden öncekilerin sevgileri de bende, benden sonrakilerin de… Dinim, sevgiyle yaşamaktır. Yüreğinde Allah sevgisi büyümeye başladı mı, Allah seni seviyor demektir…”

Son sözümüzü Saadet asrından bir öyküyle bağlayalım:

Hz. Peygamber anlatıyor:

Bir adam, başka bir beldede bulunan bir arkadaşını ziyaret etmek maksadıyla yola çıkmıştı. Allahu Teâlâ, adamın yolunda, bir meleği vazifelendirip insan sûretinde bekletti.

Adam o melekle karşılaşınca, melek kendisine:

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu.

Adam:

“Şu beldede bir din kardeşim var, onu ziyaret için gidiyorum,” diye cevap verdi.

Melek:

“Onunla alâkalı yapacağın herhangi bir görev mi var?” diye sordu.

Adam:

“Hayır, öyle bir şey yok. Allah için sevmemden başka kendisiyle hiçbir işim yok,” dedi.

Bunun üzerine o melek:

“Ben, senin o din kardeşini Allah için sevdiğin gibi, Allah’ın da seni sevdiğini sana bildirmek üzere vazifelendirilen Allah’ın bir elçisiyim” dedi. (Müslim)

Selim GÜNDÜZALP

http://www.yeniasya.com.tr

Vermek O’nundur, almak O’nun. Vermek dilediğinde, istemek verir, hakkıyla isteyene açar hazinesini…

NİCELERİ BENİM SANDI…
Başlamak cesaret ister. Sağlamlık, birikim ve güç ister.

Başlamak, herkesin işi değildir. Her başlangıç, cesur bir adım ister. Cesur bir adım varsa atılacak, üstünde gidilecek dosdoğru bir yol ister.

Yanlış yolları adımlamak cesaretle, cahilliği gösterir her seferde. Sonu hüsran olur yanlış yolların. Sonu, harcamak olur koca bir ömrü…

Aydınlık seferlere açmışken, aydınlık yollar bağrını, ey cesur adım sahibi girişimciler! Başka yollara, göz ucuyla bile bakılmaz.

Herkese “Hadi başla” demez Rabbim. Herkese cesur adımlar atacak ayaklar vermez. Kıymetini bilerek bu nimetin, nankörlük etmeden, O’nun verdiği güçle, O’nun yoluna hizmet etmek gerekir.

“Ne güzel konuşuyorsun” diyorlar, inanma! Ses senin değil, dil senin değil! Kelimeleri sen sıralamıyorsun. Sahibinin tüm bu güzellik. Almak isterse alır.

Benim değil duyduğunuz ses! Benim değil aldığım nefes! Sahibinin…İstediği anda almaya kâdir olanın.

Ses dediğin nedir? Gırtlağına bir tümör musallat ediverir Rabbim, ânında kaybedersin. Dil dediğin nedir? Kaslarına bir gevşeklik getirir de Allah, döndüremezsin.

Sözden sorarsan, Rabbim izniyledir sıralanışı. O dilemezse, adını bile söyleyemezsin.

O’ndan gelir bütün lütuf, O’ndan gelmesi gibi cefanın. Hepsinde bir ayrı hikmet! Takdir edip, hakkıyla, çoğu zaman bilemezsin!

Başlamak cesaret ister. Sağlamlık, birikim ve güç ister!

Herkese nasip olmaz “Hadi bismillah !” demek! Rabbim, dilediğine söyletir, dilediğine verir gayreti.

Vermek dilediğinde, istemek verir. Hakkıyla istemeyi bilene açar hazinesini. Geniştir lutfu. Büyüktür rahmet denizi. Dileyeni alır içine, hatta dilemeyeni bile, farkında olmadığı hazinelerle zenginleştirir.

Sanma ki kahırdır, sanma ki zulümdür ondan gelen. Yalnızca hakkıdır, hak edenlerin. Gelen cefa hakkımızdır. Zulüm değil, karşılıktır.

Hayırsız evlada vurulan tokat, şefkatten uzak mıdır?

Sevgiliye sitem etmek, onu sevmemek midir?

Tembel öğrenciye zayıf not veren öğretmen, zalim midir?

Zulüm yok! Adalet var! Hak’tan halka yalnızca, şefkat dolu bir mesaj var. Okuyabilen mesut. Okuyamayanda bir hayret! Ne oluyor?! Neden oluyor?!

Bu hayret bile rahmet. Nedenini sorup, öğrenmek için…

Her şeyin boş ve yalan olduğunun anlaşıldığı o noktada, aslında hiçbir şeyin sebepsiz olmadığını da anlamak ne saadet!…

Laf dinlemeyen yavrusuna olanca şiddetiyle kızıp vururken, kendi laf dinlemez halini unutuverip, gelen belalara isyan etmek ne cahillik!

Nimete isyan, kadere isyan…

Emre uymadan, uyarıları duymadan, hayırlı olmadan, yalnızca istemek… Sınırsızca, kayıtsızca,daima ve mutlaka istemek.

Oysa bulmadan önce aramak, aramadan önce ihtiyaç duymak vardır.

Muhtaç olduğumuzu bile, O’nun kudretiyle biliriz. Muhtaç olduğumuzu, gerekirse bir süre ertelemeyi ve bulunca şükretmeyi, O’nun kudretiyle biliriz.

Ama unutup bazen “Ben” deriz. Hep “Ben”deriz.”Ben yaptım, ben söyledim, ben verdim, ben kazandım, ben,ben var ya ben!…”

Hey gidi ben!

Sana acıyorum. Aslında ne acizsin. Acizliğini bile göremeyecek kadar aciz… Kaslarındaki kuvveti bir alsa Allah, günde üç-dört kez etrafı pisletirsin de, haberin bile olmaz!

Böbreklerin iş yapmasa, idrar torban sıkışıp haber vermese, tuvalete gitmeyi bile akıl edemezsin!

Miden sinyal vermese, acıktığını da doyduğunu da anlamazsın!

Sen nesin ki? Sen kimsin ki?

Ne güzel gözlerin var derler sana. Senin mi sanırsın o gözleri? Onlar yaratılırken katkıda bulundun mu? Sordular mı sana, “Rengi ve biçimi hakkında nasıl bir tercihiniz olur?”diye…

Hiç uğraşmadıysan, hiç karışmadıysan, nasıl hak iddia edersin o gözler için? Nasıl “Benim gözlerim” dersin?

Nasıl övünürsün gözlerinle? Ne hakla övünürsün kaşlarınla? Nasıl övünürsün boyunla?

Sen ne yaptın ki onlar için? Hiçbir şey!

Emeksiz övünmek de ne oluyor, emeğiyle bile övünmemek gerekirken?..


Kudretiyle yaratan Rabbim!

Kudretinle, verdiklerinin emanet olduğunu da hatırlat!

Bir trafik kazası, benim sandığım bacağımı kestirebilir!

Bir gırtlak kanseri, benim sandıkları sesimi alabilir!

Bir nezle, bir grip bile yataklara düşürebiliyorken insanı, ne bu gurur, ne bu hal ey insan? Kendini ne sanıyorsun?..

Güç O’dur! Güzellik O’dur! Şefkat O’dur! Kaş O’nundur, göz O’nundur, el, kol, bacak O’nun. Ses O’nundur, söz O’nundur, ağız, dil, kulak O’nun.

Yalansın sen, yalan dünya gibi…

Bu yalanı görmek nasip olmaz herkese… Hayırlı son nasip olmaz herkese… Hayırlı bir adım ile başlamanın nasip olmadığı gibi…

Vermek O’nundur, almak O’nun. Vermek dilediğinde, istemek verir, hakkıyla isteyene açar hazinesini.

Takdir, çalışanındır. Ödül, kazananındır, ceza da…

Sanma ki zulümdür ondan gelen… Yalnızca hakkıdır hak edenlerin. Gelen cefa hakkımızdır. Zulüm değil, karşılıktır. Şefkat dolu bir tokattır!

Gözlerimi kapattım. Yine de gördüm. Duyduklarım bir resim olup canlandı hayalimde.

Kulaklarımı tıkadım. Hayalimdeki o resim, yine de silinmedi. Anladım ki, ne gören gözdür, ne duyan kulak…Akıl, resimleri çizer. Akıl acı verir ve mutlu eder akıl… Ya aklı kim verir?

Nasıl övünürsün gözlerinle? Nasıl övünürsün aklınla?

Veren Allah değil mi? Almayı bile bilmediğin zamanlarda sana veren onları, kim?

Bir gecede aklını kaybedip, sabaha deli çıkanları hatırla.

Bir anlık korku ile dili lâl olanları hatırla!

Bir kaçılmaz hastalık yüzünden, âmâ kalıverenleri hatırla!

Tığ gibi yiğit delikanlının, akşam yatağına yatmadan önceki o canlı, o hayat dolu halini ve sabaha yıkanan cenazesini hatırla!

NİCELERİ KENDİSİNİN SANDI.

Niceleri sahiplendi emaneti.

Sarı saçlarıyla hava atardı. Saçkıran olalı iki yıl geçti.

İpek gibi cildim var diyordu. Halbuki dört-beş aydır yüzünde sivilceler çıkıyor da, doktorlar çare bulamıyorlar.

Malı mülküyle pek övünürdü. Son depremde sahip olduğu bütün binalar, kağıt helvaya döndü.
“İlah benim !” diyordu Nemrut, bir sineğe güç yetiremedi de, başını duvarlara vura vura öldü.

NİCELERİ BENİM SANDI….

AMA O’NUN OLDUĞUNU, ER GEÇ, ÖĞRENDİ HERKES!

NESLİHAN NUR TÜRK

 
www.hossada.biz alıntı

Hilm sahibi olmak zor mu kuluyken el-Halîm’in?…

ÖFKEYİ ‘HİLM’ DE ERİTMEK

NİCE AĞLAMAKLARIMI BİLİRİM BEN; incitici sözlerden sonra… Karşıdakinin hassas yüreğinin incineceği düşünülmeden söylenen, yazılan, çizilen, saldırı hükmündeki sözlere ağlarım. Çünkü yüreğim emanettir bana Yaratandan. İncitenin yüreği de öyle.

Bilmezler mi ki, kendisini sevsinler diye yarattığı yüreklerin hırpalanması Rabbimin hoşuna gitmez!

Bilmezler mi ki, o kalpler aynalardan dolu bir saray. Lüzumlu mu orada çirkin bir görüntünün hâsıl olması? Hiç gerekir mi kristallerden ince ince işlenmiş çiçeklerin kırılması?

İşte öfke adlı zaaf tüm bunları unutturur da insana, zihnindeki kelimeleri acıya bular. İncitici hale getirir, ve fırlatır bir ok gibi karşısındakine…

 

Oysa böyle mi olmalıdır tepkiler? Hilm sahibi olmak zor mu kuluyken el-Halîm’in? Yumuşacık akınca sular hoş değil mi? Sel sularıyla hangi bağ bahçe beslenebilmiş ki?

İçinde karşısındakine söyleyecek sözlerini biriktirmiş patlamaya hazır bir bomba olmak ve öylece dolaşmak akıl kârı mı?

Ve en olmadık yerde patlamak…

‘Kalp aynalarla dolu bir saray,’ demiştim. Erzurumlu İbrahim Hakkı merhumun dilince:

“Dil beyt-i Huda’dır, ânı pak eyle sivâdan
Kasrına nüzul eyler o sultan gecelerde…”

İşte, Sultan kasrına nüzul eylediğinde, kendini görmeli aynalarda; öfke ile incitilenlerin buruk görüntülerini değil… Burukluk yerleşir kalplere, ve epeyce orada kalır. Düşüncesi bile üzer, incitir insanı. Aynalara yansır bu inciniş.

Tüm bunları düşünemeden dilinin verdiği harabiyete dur demeyen insan, farkında mıdır sözleri nereye gider? Farkında mıdır, o sözler nereleri deler de ne izler bırakır?

Öfkeyi ‘hilm’de eritmek ne güzel… Karşıdakinin kalbinde çiçekler açtırmak, hoş olmayan görüntüleri bir çırpıda değiştirmek ne güzel… Hem o zaman Sultanın nüzulüne hazır hale gelir kalp. Arınır kötülüklerden, kötü emellerden. İşte hilmin en büyük semeresi: kalbi temizlemesi…

Öfke gelip kapıya dayandığında, bunları ve dahasını düşünmeli inceden inceye.

En iyisi, gülümsemeli ve geçmeli öteye.

Geçmeli el-Halîm’in safına…

Rabia Nazik KAYA

Haykırasım geliyor; hey “ben” neredesin?…

Hakikatin hakiki yüzü

 

YORGUN YÜREĞİ umutla umutsuzluk arasında salınıp duruyor… İsteklerine isteksiz… Sıradanlığın seyrinde çırpınıyor çaresizlikle… Emeller elemlerle alude… Dert dergâhının devrik dervişi gibi dolaşıyor dolambaçlı yollarda…

Delik deşik olmuş duygularla hissizleşmiş ve yalnızlaşmış yaşıyor yaşamın kıyılarında… Gurbet nedir, sıla neresidir bilmeden soruyor gittiği sinelere… Gurbet oku saplanmışken yüreğine, sevgi sayıklıyor tereddüt diyarlarda… Acılara ağlayamıyor, sevinçlere gülemiyor sabahsız akşamlarda… Buruk bakıyor ufkun kızıllığına… Ellerini uzatıyor tutamadığı yalnızlığa, yüreğinden akıyor acılar…

Boş gönlü hoşluk arıyor… Ağlasa denizler kurur, gülse dağlar savrulur mu ki? Kıpır kıpır kalbi, kanatlanmak uçmak istiyor bu diyarlardan bilmediği diyarlara… Neresiyse burası doyurmuyor onu, açlığın acısından taş bağlayası geliyor yüreğine…

Çile çemberi yırtılsa yar olur mu sevinç çığlıklar? Gurbete mi yolculuğu, yoksa gurbet mi onun içinde yolcu… Bırakamıyor burukluğu, terk edemiyor hüznü… Şenlendirmiyor şarkılar, sözler, sazlar…

Ben buyum bunlar benim diyemediği diyarda dirençsiz, isteksiz ve çaresiz… Her şey, herkes onu çağırırken o kendinden kaçıyor, nereye kaçtığını bilmeden… Boş elleriyle yüreğinin sızısına bastırıyor… Bakışlar baygın, yüz süzgün, dizler dirençsiz, ayaklar ağır… Güleceği gurbete yürüyor yarım ve yırtık yüreğiyle…

Sıla, sıradan sevgili… Sığ sularda saklanır mı sevgili… Hayat, erişilmez ve vazgeçilmez gizli sevgili…

Sahiplenmek mi, sahip olmamak mı saadet? Çile çekilmeye mi, safa sürülmeye mi gelindi buraya? Ağlamalar aşkı beka ağlamaları mı? Ayrılıklarda gülen var mı?

Gönül suyu gözlerinden damlıyor… Yakınları yakıyor yüreğini… “Ben benim değil” kime ne diyebilir? Sensizlik ve sessizlik solukluyor kimsesizlikte… Kendinde kayıp, “gül”ünü arıyor…

Her şey çok mu basit, çok mu karmaşık? Çok mu karamsar, çok mu iyimser? İçin içine sığmazken, içinde kayboluyor birden…

Kimsesizlik kuyusunda örümcek ağlara tutunmakla tutunmamak arasında salınıyor… Canı titriyor yalnızlık rüzgârlarından… Gurbet bulutların hüzün sağanağında sırıl sıklam…

Haykırası geliyor; hey “ben” neredesin? Hakikat havzında erimişliği kabul edebilecek misin? Buzul güveni ile gülebileceğini inanıyor musun?

Sen sen ol, sensizliğini savur varlığın yokluğunda… Yokluğun varlığında bulursun kendinle birlikte her şeyi… Küsmek ve ağlamak değil hakikat ağlarına takılmakla çıkarsın gülen gün yüzüne…

Sıla sevmekle, ayrılık aşkı çekmekle gidilir ve gelinir, gidilmez ve gelinmez diyarlarda…

“Ben”le buluşulur aşktan öte sevgiliyle… Ağlamanın ve sevinmenin suskunluğunda söylenir ve dinlenir vuslat… Misali sevgililerden hakikat sevgisini ve sevgilisini bulmakla geçer gücenmeler ve gücendirmeler… Çeşitten ve cerbezeden geçmekle görünür, gerçeğin göz bebeği… Çer çöple kaplanmışsa gözün ufku, gönlün derinliğinden korkarsın…

Korkuları kaybetmekten korkma, kendini kendinde kaybetmekle bul hakikatin hakiki yüzünü ve özünü.

Hüseyin Eren