Lâl edilmiş çığlıklarımızın arifesinde haykırmalardayım.Şükür ki kapsama alanını aşacak yankılarım.Hadi kesin sesimi!Susturun içimdeki susmayan beni…

haykırıyorum: o halde  susturun (!)

Asra yemin olsun ki,
en çok kendime zulmettim!

"Stratejik bulmadılar düşüncelerimi.
Çağın tuğrasını çektiler, mil niyetine"

– Hangi pranga öfkemizi içimizden söküp atabilir ki?

Aklım başımdan istifa edeli çok oldu. Kaç zamandır ruhuma kinimi üflüyorum.
Karabasanlar kesiyor soluğumu. İçimin boşluklarından intihara teşebbüs ediyor travmalı tüm duygular.

Katlime ferman, yine "ben" oluyorum.

Üç kuruşluk susuşlarla mevte kadar bozdum misâkımı. Rant sağlama peşinde değilim. Siyasete kurban edecek bir davanın mensubu hiç değilim.
Yalnızca düş peşindeyim.
Hadi sen de düş peşime…

Bu ipte kaç cambaz oynama kavgasında böyle?!
Yargısız infazlarda nöbet tutuyorum.
Hangi yaramdan sarılıyorsam tekrar kanıyorum.

Asra yemin olsun ki,
kinim en çok kendime!..

Kend(t)ime küstü/rüldü/m.
Hüsranların yamacında gezineli dünyaya sataşır oldum.

Bir ters- bir düz sövüyorum, çağın dışına çıkamayan yanımıza.

Bir çığlığa susuyorum. Avaz avaz ayaz oluyorum. Üçüncü çoğul kişiler ünlemlerimi elimden almış olsalar da: HAYKIRIYORUM.
Şimdiki zamanı yaşayanlar telaşa kapılmasınlar! "DİNİ GEÇMİŞ ZAMAN"a uyarladılar "uzlaşan" tüm fiilleri.

Asra kasem olsun ki,
İsyanım kendimedir!

Bütün çilemi alt alta toplasam kaç yürek eder? Kaç kahırlık yanmışımdır geçen bunca yılda ben? Bu hesap, kitaba uymaz. Dağıt ve tekrar topla, sağlamasını yap sonra(!)

İsyanım kavgamın şanındandır. İsyanım gönlümün susmaya razı olamayışındandır. Sus(ma) ve isyankâr olma gönlüm(!)

Asra yemin olsun ki,
Aldanış üstüne aldanışlardayım!

Güneşin avuçlarında yakalıyorum yüreğimi. Kendimi arayışlarım uzun metrajda. Bakiyem dibe vurmada. Ruhsatım yok vakte şükür biçmeye. Aldanış ki, yakama yapışan yazgı. Aldanmışlık ki, ardışık mahvoluşlar seansı. Tüm aldanışlarımın bileşkesi yamalı bir mağlubiyet! Aşınan zamanların vurgunuyum ben. Gazap üstüne azap giydirilmiş hükmüme.

Gittikçe ufalıyorum..
Hudutları aşan zihnim sınır dışı ediliyor.
Düşlerimden yırtın libasımı.
Düşüncelerimi dar ağacında ağarlayın.
Fikir sancıdır, ağır bedel ister biliyorum..
Düşünüyorum: hadi öyleyse vurun.
Çekin ipimi!
Azrail’e baş eğersem, aklımla aramı bozarım.

Asra yemin olsun ki,
Haddi aşan hatalardayım.

Niyetsiz bir tevbe kaç günahı silebilirse, o kadarım. Sınır tanımaz bir acziyetin sınırındayım. Aldanışlar uçurumundayım, heyhattt!…

AYARI BOZUK BİR ÖMÜR, KAÇ ÖLÜME DENK GELİR?

Asra yemin olsun ki,
İnsanlık ziyanda. . .

İki yol arasında gel-gitlerdeyiz. Ne tam iman, ne tam inkar.. Ölüm değmemiş yaşamımıza, hakikatin gölgesindeyiz. Sabrı ve hakkı merkez edinemeyenleriz. Bir tarağın kırılmış ve ayrılmış dişleriyiz..

-FE EYNE TEZHEBUN?-

Bu gidiş nereye?

İnşallah SELAMETe.
İnşallah HİDAYETe.
SIRAT-I MÜSTAKİMe..

YA RAB!
SEN BİZLERE MERHAMETİNDEN LUTFEYLE!

Lâl edilmiş çığlıklarımızın arifesinde haykırmalardayım.
Şükür ki kapsama alanını aşacak yankılarım.
Hadi kesin sesimi!
Susturun içimdeki susmayan beni.

EyvAllah özgürlüğün tene değişine!
EyvAllah!

Fatma Erdim

Adına Yetmedi Heceler…

7822_142682482637_89361212637_2784018_2262281_nŞüphesiz ki (bir de hayırda gayret gösteren) o kimseler (de var) ki, onlar Rablerinin azabından korkarak titreyenlerdir.

Hem o kimseler ki, onlar Rablerinin ayetlerine iman ederler.

Yine o kimseler ki, onlar Rablerine ortak koşmazlar.

Ve o kimseler ki, şüphesiz onlar Rablerine dönecek kimseler oldukları(nı bildikleri) için, verdikleri şeyleri kalpleri ürpererek verirler.

İşte bunlar, hayırlı işlerde koşuşurlar ve onlar bunlarda (o hizmetlerde) sabikun (önde gidenler)dir.

Biz kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmayız ve katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa da uğratılmazlar.

Mecalim kalmıyor anınca adını, yüzlerim kızarıyor, ellerim titriyor. Bir selamını duysam yanardı bağırlarım, bir yüzünü görsem dökülürdü pınarlarım. Gecenin koynuna sordum adını, yüreğimin derununa gizledim sevdanı, bir ahım da duydum sedanı, yollarımı sana çevirdim, gönlüm sana yandı.

Müjdelerini duyunca eridim, yandım. Firkatinin ateşi yaktı ciğerimi. Korktum ve titredim. Ancak liyakatsizliğim eritti bedenimi. Dün oradaydım bugün burada, koşuyorum her yere; adını duymak, sevdana yanmaktır dileğim. Nurunla aydınlatır mısın karanlık gözlerimi?

Secdelerim hep bir yakarıştır. Günah denizinde yüzerken bir af sedası duyar mıyım acep?

Kokladığım güllerde aradım seni ve bir salâvat getirdim, güzelliğine müptela olup ta versem oracıkta ruhumu emanetçiye.

Bir feryad geldi ki içinde adın gizli. Geçip te kendimden kondurdum güvercinleri yollarıma. Gecenin koynunda zikirle coşan körpe bedenlerde adın anılır, yakarım bağrımı ve yanarım her kalkışta. Sen ne merhametlisin Eyyy!!

Durup durup sana baktım ve şu âlemde göremezsem seni, gönlümü, gözümü dolduramazsam seninle, göçüp gidemiyorsam adın uğruna. Yoksa bu gönülde ağyarlar mı gezer?

Koşamıyorsam, tutulmuşsa ayaklarım ve kurumuşsa dudaklarım, ararım, bulur koşar gelirim kapına.

Şu âlem sana yanıyordu da bir ben yanamadım. Âlem seni andı geceler boyu da ben anamadım. Gök kubbe sana döndü de bir ben döndüremedim yüzümü.

Halime bulutlar ağladı, gök çağıldadı, deryalar cuş u huruşa geldi.

Aşkımı şu âlemde sana sundum ve sandım ki sundum!

Ay ışığı geldi, güneş yandı fakat hala adımlarım gelemedi sana.

Yaraladım sinemi, donandı her yerim aşkının firakından.

Adına bir şiir yazdım ve bestesinde gizli bir seyr u seferimle gezer dururum.

Gah susarak andım gahi koşarak yandım. Kandım da kandım aşk şarabınla ki kana boyandım Ahhh!
7822_142683867637_89361212637_2784026_3430297_n
Kemalinin bendesi oldu dilimin namesi.
Âşık olan kişiler deli olağan olur
Aşk nedir bilmeyenler ana gülegan olur

Kayup ardıma ağyarı da cemalinin perdesine pervane oldu kanatlarım.

Kemalini giydir beni benden soy Eyyy!

Bir söyledim bir sustum canıma can kattım, derdime bend ettim. İstedim ki olmasın senden gayrıya yer yerinde

Hayalinin perdelerinde raks eder, gönlümün tepelerinde şaha kalkar.

Söz mü yeter adını anlatmaya, ömür mü yeter aşkına doymaya.

Geçip gitti sana yanıklar bırakarak adlarını. Cemalinle halk ettin âlemi ve seyrine hayran ettin gözlerimi.

Bir kış gelirsin cana, bir güz girersin cana, bir bahar coşarsın canda, bir yaz erersin cana.

Irmaklar sana akardı kasidelerde, çimenler sana bakardı gazellerde, adına dağlar delinirdi hikâyelerde, övgüne kelimeler yetmezdi methiyelerde, aşkına doyum olmazdı gecelerde Eyyy nur-ı Dilara

ALLAH HU YAR YAR ALLAH YAR…

Fatma Yüksel
www.korpekalemler.com

7822_142682862637_89361212637_2784019_7396599_n

Kaderin her şeyi güzeldir…

7822_142243407637_89361212637_2781959_2734005_n
Gönülle ve akılla bilen insan, hayatın olumsuz gibi görünen cilveleri karşısında asla ümitsizliğe düşmez. Dalgaları hiç kesilmeyen ve ard arda gelen bir olaylar okyanusunda yaşıyoruz. Kâinatın her köşesinde, en ince noktasına kadar bir akış var. Bir toparlanış, bir dağılış ve ardından yıkılış ve çözülüş var. Gelenler, gidenler o kadar çok ki, yine de dünyanın uyumu bozulmuyor, hiçbir zaman yer darlığı yaşanmıyor.
Dünyaya gelirken, kendi istek ve irademizle gelmediğimiz gibi, giderken de yaşamak istemediğimiz için ölüyor değiliz. Getiren götürüyor. Varlıklar, bütünüyle ezelde çizilmiş olan İlâhî bir programa uyarak hareket etmekte. Yaratılmış olan her şey Allah’ın eseri. Bizim bilmediğimiz nice sonsuz hikmetlerle dolu. Ama biz insanlar, olayların mutlak seyrinden ve genel hikmetinden çok, kendimize ait olan yönünü görür, onunla meşgul oluruz. Kendi fayda ve zararımıza göre olaylara hayır ve şer adını veririz. Bizim için hayır ve şer, olayların mutlak oluşu değil, bize bakan yönüdür.

Yüce kitabımız bu ruh halimizi şöyle anlatır:

“Sizin hoşunuza gitmeyen öyle şeyler vardır ki, onlar hakkınızda hayır olabilir. Yine hoşlandığınız öyle şeyler vardır ki, hakkınızda şer olabilir. İşin hakikatini Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216).

Yine Kur’ân-ı Kerim’de Kehf Sûresi’nde Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın bir seyahati hikâye edilir. Ve ard arda üç tane hadise anlatılır ki, bunların her biri mutlak gerçeği ile görünüşü arasındaki hayır ve şer anlayışlarını açıklaması bakımından dikkat çekicidir.

Biz hayır ve şerri ancak Allah’ın emri sayesinde tayin edebiliyoruz. Yani bize yapılması emredilen şeyleri hayır, yasaklanan şeyleri de şer olarak tanımaya mecburuz.

Kader denilince hemen akla ölçü ve miktar geliyor. Her şeyin güzelliği ve kemâli bu ölçüye tâbidir. Meselâ bir elbisedeki güzellik, o kumaşın bir terzinin takdiri ile biçilip dikilmesi neticesinde ortaya çıkıyor. Bakışımızı elbiseden çekip onu giyecek olan insana çevirelim bir de. İnsanın bütün organları en güzel şekilde, yerli yerinde yaratılmıştır. Gereken büyüklükte tasarlanmış ve düşünülebilecek en güzel yerlere konulmuştur. Bunların her biri bir kaderi, planı ve programı göstermektedir. Ne elbise bu şekil ve güzelliği kendi kendine kazanmıştır, ne de insanın vücudu. Bunlar hep bir plan, bir programın işaretidir. Yani İlâhî bir kaderden gelip, onu göstermektedir.

Bir kitaba baktığımızda da durum bundan pek farklı değildir. Kitabın tamamının belli bir gaye için yazıldığını, bütün bölümlerin, paragrafların, cümlelerin, hatta kelime ve harflerin hep o gayeye göre dizildiğini görürüz. Yazılan her harf, yazarın gözünün önündedir ve onun bilgisi dâhilinde, onun takdirine göre planlanmıştır. Bu kâinat da kudret kalemiyle yazılmış İlâhî bir kitaptır. Atomlar bu kitabın mürekkebi hükmündedir.

Bir binanın inşası sırasında kullanılan kalıplar, içlerine dökülen harcın taşmasına engel olduğu gibi, kaderin mânevî kalıpları da bu dünyada maddeyi ve eşyayı belli bir ölçüye göre şekillendirmiş, sınırlandırmış, en faydalı bir hâle sokmuştur.

Elimizde tuttuğumuz kalem ve onun içindeki mürekkep, emre hazır bir şekilde bekler. Ne yazmak istersek kalemin ucundan o dökülür. Meselâ meyve kelimesini yazmayı dilediğimizde, harflerin şekli, sıraları ve büyüklükleri hep takdir ettiğimiz tarzda ortaya çıkar. Bu cansız ve şuursuz mürekkep maddesi, iradeden mahrum olan kalem, bu yazının yazarı olamayacaklarından, mürekkebin zihinde tesbit edilen bir programa göre döküldüğünü, her akıl sahibi rahatlıkla anlar, görür ve bilir.

Bir meyve kelimesinin yazılmasında zihnî bir plan ve program esas olduğu gibi, bir ağacın başındaki gerçek bir meyvenin yaratılmasında da Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle takdir edilen şekil ve özellikler esas olmaktadır.

Evet, yaratılmış olan her ne var ise; insan, hayvan, ağaç, yıldız, dağ, her biri birer kudret kelimesidir. Kaderin programına göre yazılmış ve yaratılmışlardır.

Kadere inanıyorum demek, Allah’ın her şeyi bildiğine inanıyorum demektir.

Kader, Allah’ın her şeyi bilmesi ve yazmasıdır. Bir başka ifadeyle, kâinatın plan ve projesidir. Olmuşlar, olanlar ve olacaklar, ne varsa hepsi kader defterinde yazılıdır. Kaza ise, yazılanın başa gelmesi, bir başka ifadeyle kaderde yazılan bir hükmün infazıdır, gerçekleşmesidir. İrade ise, insandaki seçme kuvveti, önünde var olan şıklardan birini tercih etme kabiliyetidir.

Bizim nerede, ne zaman, ne yapacağımız yazılmıştır. Şimdi okumakta olduğunuz satırları yazmak da kaderimizde vardır. Yazdığımız anda bu hüküm infaz edilir ve kaza olur. Yazmak ya da yazmamak konusunda bir tereddüt geçirdikten sonra yazmaya karar verdiğimizde, bu da irademizi gösterir.

Kader ikiye ayrılıyor: Iztırârî kader, ihtiyarî kader diye. Iztırârî kaderde bizim hiçbir etkimiz yok, o tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, rengimiz, dilimiz, şeklimiz, kabiliyetlerimiz, hepsi ıztırârî kaderin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz ve bu kaderden dolayı da bir sorumluluğumuz yoktur. İkinci kısım da ihtiyarî kadere bağlıdır. Onu da Allah’ın bize verdiği iradeyle biz tercihimizi nasıl yapacak ve neye karar vereceksek, Allah ezelî ilmiyle onu öyle bilmiş ve öylece yazmıştır.
7822_142237557637_89361212637_2781949_4688721_n

Kalbimiz çarpar, kanımız temizlenir, hücrelerimiz büyür, çoğalır ve ölür. Vücudumuzda bizim bilmediğimiz birçok işler yapılır, bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Bunlar uyuduğumuz zaman bile devam eder. Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki; kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, yürümek gibi fiiller de var. Zayıf da, cüz’î de olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir kuvvetimiz var. Bir yol kavşağında, hangisinden gideceğimize biz karar veriyoruz. Yollar önümüzde ama gideceğimiz yolu seçmek bize ait. Hayat yolu da böyle, kavşaklarla dolu. Bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan seçtiğimiz yoldan ve işlediğimiz her bir suçtan ve günahtan sorumlu olan da biziz.

İşte irademize dayalı olan çirkin isteklerimizle bozmasak, yıkmasak ve dağıtmasak, kaderin her şeyinin ne kadar güzel olduğunu göreceğiz.

Bazen başa gelen ve dışarıdan bakıldığında, çirkin gibi görünen şeyler var, ama onların da sonuçları güzel. Kışın fırtınası, karı, yağmuru, çamuru olmasa, baharın çiçeğini, yaprağını, kelebeğini görebilir miydik? Bir su damlasından süzülüp bu dünyaya gönderilen ilk hâlimizi bir düşünelim. Kendi başımıza bırakılsaydık, almamız gereken organları biz seçmek zorunda kalsaydık, ne acayip bir mahlûk ortaya çıkardı, kim bilir? Bir düşünün. Fakat kaderimizi yazan Allah, sonsuz merhamet sahibi olduğu için, bizi kendi hâlimize bırakmadı. Sonsuz ve sınırsız ilmiyle hayatımız için gerekli her şeyi planlayıp O yarattı. Kâinatı bize uygun, bizi de ona uygun bir şekilde O yarattı. Başımıza görünürde çirkin bir hâl gelirse bilelim ki, o ya bir hatamızın karşılığıdır veya mahiyetini bilemeyeceğimiz bir imtihan içindir.

Evet, hikmet gözü dikkatle bakıp, ibretle görmeli, dilimiz:

“Deme şu niçin böyle.

Yerincedir ol öyle.

Bak sonuna, sabreyle” demeli.

İBRET VE HİKMET DOLU BİR KADER ÖYKÜSÜ

Bir küçük çocuk, annesi nakış işlerken dizlerinin dibinde oturup onu seyretmeyi çok severdi. Bir keresinde aşağıdan annesine doğru bakıp sordu: “Anneciğim, ne yapıyorsun?”

Annesi, tatlı ve şefkatli bir sesle cevap verdi:

“Nakış işliyorum yavrum. Bu kasnaktaki kumaşın üstüne güzel desenler işlemeye çalışıyorum.”

Küçük çocuk:

“Ama yaptığın şey, hiç güzel görünmüyor, karmakarışık…”

Gerçekten de çocuğun oturduğu yerden bakınca, annesinin elinde tuttuğu kasnağın altındaki ipler, birbirine giriyor, kasnağın üstünde görülen san’atlı işlemelerden ise, hiçbir eser görünmüyordu. Çocuğun bu sözüne annesi gülümseyerek:

“Hadi sen git, biraz oyna” dedi. “Nakışımı bitirdiğimde seni dizime oturturum, o zaman o nakışa benim yakınımdan bakar ve ne olduğunu anlarsın.”

Çocuk oynarken, annesinin parlak renkli ipliklerin yanında, o kapkara iplikleri neden kullandığını merak etmekten kendisini bir türlü alamadı. Biraz sonra annesinin sesi duyuldu:

“Gel kızım, yanıma otur da, birlikte bakalım bu nakışa.”

Annesi gibi kasnağa üst taraftan bakan çocuk, şaşkınlıktan ve hayranlıktan ne diyeceğini bilemedi. Kasnağın üstünde harikulâde bir çiçek resminin nakşedildiğini gördü.

Peki ama bu büyük farklılığın sebebi neydi? Alttan bakınca karmakarışık, üstten bakınca harika nakışlar. Nasıl böyle olabiliyordu? Annesi onun bu merakını şu sözleriyle giderdi:

“Yavrum, alttan bakıldığında nakış karışık ve anlaşılmaz görünüyordu. Çünkü sen nakışın üst tarafına daha önceden çizili bir plan olduğunu göremiyordun. Bu benim yaptığım bir dizayndı. O çiçeği işlemek için, benim bu çizimi ve planı takip etmem gerekiyordu. Şimdi benim tarafımdan baktığında ise, ne yaptığımı daha iyi görebiliyorsun.”

Küçük kız yıllar geçip büyüdüğünde, başına gelen her iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olaylar karşısında, hep bu yaşadığı olayı hatırladı. Hayatının bir nakış gibi, İlâhî bir kudret eli tarafından dantel dantel işlendiğini, kendisine karışık, anlamsız, kötü gibi görünen olayların, aslında İlâhî bir planın nakışları olduğunu, ortaya çıkacak bütünün ve kompozisyonun hârikulade bir resim teşkil edeceğini hissederek hâlinden pek de şikâyetçi olmadı.

Evet; “Güzelin güzelliğini artıran, çirkinin çirkinliğidir” diyor Bediüzzaman. Kâinattaki kader imtihanında, çirkinin de şerrin de özel bir yeri vardır. İyiliğin ve güzelliğin dereceleri, mertebeleri onlarla bilinir. Şeytan ve nefsimiz bu duruma itiraz ettiğinde, mutlak kudret, cemâl, kemâl sahibi olan Allah’ımızla aramıza girmeye kalktığı zaman, “Rabbimizle aramızdan çık, çekil ve yıkıl.. Gölge etme, başka ihsan istemem” deyip onu uzaklaştırmalıyız.

Ve İbrahim Hakkı gibi:

“Hak şerleri hayreyler

Zannetme ki gayreyler

Arif ânı seyreyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler” demeliyiz. Kaderin her şeyi güzeldir bilmeliyiz. Ama irademizle çirkinleştirdiğimiz, günahlarımızla lekelediğimiz şeyler müstesna…

Kader Allah’ı tanıtır, Allah’ı bildirir ve bize Allah’ı sevdirir. Ateşini kalpten, nurunu akıldan alan bir sevgiyle sevilirse Allah (cc), o zaman kaderin sırrı ve güzelliği daha iyi anlaşılacaktır İnşallah.

Selim GÜNDÜZALP

7822_142240332637_89361212637_2781950_5914792_n

Üveys Gönüller

7822_147858507637_89361212637_2822934_2420006_n
Hayat Hakkın kalbe yerleşmesi ve ruhun Hakka yükselmesi yolculuğu, Hakkın kalbe yerleşmesi yolculuğu, öze dönüş yolculuğu, yakınlaşma yolculuğu. Allah adının kalpleri yakabilmesi yolculuğu. Allah’ı sevebilme yolculuğu, sevgiliyi hatırlama yolculuğu. Bulma yolculuğu. Sonra Üveys olma yolculuğu…

Hayat Üveys gönülleri aramak için karıştırılan ve süzülen bir nehir. Bu nehre kader yağmurları sürekli cevherler yıkayıp götürürler ve bu cevherler sürekli bu çamurlu hayat nehrinde süzülür ve elenir dururlar, ta ki Üveysi cevherler ortaya çıksın. Üveys gönüller kendini belli etsin diye… Bu hakikat için Resulullah SAS hırkasını Üveys’e yollayıp ümmeti için dua istemiş, çünkü onun ümmet dediği şey Üveys gönüllülerdir.

Üveys kendini feda eden gönül insanıdır. O gönüllerin yüceliği adına doruk noktadadır. İmam Rabbani hazretleri Üveys Resülullah’ı bir kere göremediği için sahabelerin dercesine ulaşamadı demiş. Bilseydi belki gider miydi? O zaten bütün dereceleri ve varını yoğunu Resulullah için feda etmez miydi? Bir kere görebilmek için her şeyden geçmez miydi? Geçerdi ama bunca sevdasına gönlü engel oluyordu. Gönül gönüle engel oluyordu. Aklı ve nefsi kenara bırakan gönül insanı olur. Gönülse Hakka yönelirse Hakkın aynası olur. Böyle olunca olup biten her şey orada mana kazanır. Hakka teslim olmuş bir gönül zıt şeyleri bir arada bulundurur. Bir yanda Resulullah bir yanda anne, diğer yanda anam-babam sana feda olsun diyenler. Bir yanda Üveys anam-babam sana feda anamın hakkına da ben fedayım diyen Üveys gönlü… Mahviyet ve fakr ile sadece gönlündeki Hak sesi arayan Hakkın sesini gönlünden dinleyen, gönlünden iyi ve güzel olanı saçan, kendini ve nefsini Hakka feda eden, Hak için Resul’e koşmaktan dahi geçmiş bir Hak aşığı, saf ve temiz bir gönül. Resul’e gitmek için dahi acaba Hak mi diye düşünen saf akil, saf gönül, saf âşık.

Gönül insanı olmanın zirvesi Üveys’tir. Aşkın ve sadakatin hakiki temsilcisi Üveys’tir. Mecnun gibilerin Leyla’yı tanıyamayacak hallere düştükleri yerde Üveys güttüğü develeri tek tek tanıyıp onların Haklarını gözetirmiş. İçten yana bir yanardağ var ama üstünde yemyeşil ovalar herkese ve herşeye şefkat ve merhamet saçıyor. Yüreği yanıyor, Resülullah’ın Yakub’u oluyor, Resulullah’ta Yusuf vefası ile ona hırkasını gönderiyor. Bu ne incelik ki ne Üveys Resülullah’a kavuşup Yakup oluyor, ne de Resulullah SAS Mısır’a hükmedip Yusuf oluyor. Resülullah’ın bu haline Hz Ömer gözyaşları içinde kalıp Ya Resülullah sen Allah’ın Habibiyken İran Şahları lüks ve rahat içindeyken bak şu senin haline diyor. Bir lokma bir hırka ile göçüyor bu Dünyadan ve hırkasını da Yakub’una göz tesellisi olarak gönderiyor. Resulullah öyle bir Yusuf, Üveys öyle bir Yakup

Resülullah bazen sahabeye Üveys’ten bahsedermiş. Üveys gelene gidene hep O’nu sorarmış. Ama gönüller padişahına Yakup olacak olan öyle ince ve öylesine sabırlı ve metanetliymiş. Karadelikler kendi ışıklarını dahi çektikleri için görünmezler. Karadelik öylesine yanıyor ki kendi yangınını dahi yakip yok ediyor… İşte Resülullah ve Üveys arasındaki sevgi böyleydi…

Resüllullah ve Üveys arasındaki sevginin gücü bilinebilseydi artik kimse asla Mecnunu falan anmazdı. Resülullah Üveys’e hırkasını vermekle bu konuda onun gibi olun demek istiyor. Sevdiğinizi ve beni Üveys gibi sevin ve işinizde de Üveys gibi olun demek istiyor. Diğer yandan kendisinden sonra gelenlere Üveysi örnek gösteriyor. Onu Üveys gibi sevmeyi öğretiyor.

Üveysin sevgisi ümmete şefaat olmuş. Allah bu sevginin hürmetine ümmetin birçok günahını bağışlamış. Üveys hırkayı giymeyi ümmetin bağışlanmasına şefaatçi yapmış. Ne büyük bir vefa. Resülullah’tan gelen bu hediyeyi alınca ilk önce yine Resulullah’ı düşünüyor ve onun sevineceği birşey için o hediyeyi giymeyi geciktiriyor. Hediyeyi dahi O’na feda etmek istiyor, O’nu memnun etmek için feda etmek istiyor. Resululllah’ı memnun edecek bir şey yapabilmek için onu da feda ederdi.

Belki bize aşktan, sevgiden, vefadan bahseden Üveys gibi olsun diyor. Herkes Mecnun olur ama herkes Üveys olamaz.

İşte hayat böyle! Üveysi gönülleri ortaya çıkarmak lazımdır bu hayatta… Üveys gibi olmak isteyenler kimler acaba? Allah ve Resul aşkıyla kimler yanmak isteyecek? Kimler Üveys gibi sadece aşk ve sevgi ile merhamet ve şefkatle, vefa, adanmışlık, incelik, hissiyatında hassasiyet, gönül güzelliği ile tertemiz bir gönül ile ortaya çıkacak dersiniz!

“Ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler o günde (kurtuluşa erer).” (şuara-89)

Mecnun; “Neden Leyla’dan başkasından bahsediyorsunuz?” dermiş. Ben de neden insanlar Üveys’ten değil! Başkasından bahsediyorlar demek istiyorum. Selam olsun Üveys gönüllü analarımıza, bacılarımıza, kardeşlerimize…

7822_147860042637_89361212637_2822935_3454677_n

Sevgi nedir?

5180_92636982637_89361212637_2142606_7189542_nSevgi ne mi???

Sevgi, gururu yere serip bir hasır edip çiğnemektir,
Sevgi, ugrunda akıttığın göz yaşlarını saklamaktır,
Sevgi, acıya tatlı gözlerle bakmaktır,
Sevgi, gül’ü koklamak dikeni tutmaktır,
Sevgi, aglarken tebessum edebilmektir,
Sevgi, kederi, acıyı, elemi yarı yarıya paylaşabilmektir,
Sevgi, hasrete hasret kalmaktır,
Sevgi, işte o sevgi varya…
Sevgi, seni sevebiliyorum demenin anlamını vermektir…
Sevgi, anne diyen dudakların titremesidir,
Sevgi, gözlerden yaprak yaprak düşen düştür,
Sevgi, En sevgiliye edilen bir selam bir salattır,
Sevgi, Mevlaya denilen bir amin, bir zikr, bir şükrdür,
Sevgi, fanilik karsısında fani olmamaktır,
Sevgi, secdede eğilen bir baştır,
Sevgi, secdede gözlerden akan bir yaştır,
Ve sevgi başı yaran taşa duyulan özlemdir,
Ve sevgi secdede açan gullerde gizemdir

Sevgi, acıya tatlı gözlerle bakmaktır,
Sevgi, gül’ü koklamak dikeni tutmaktır,
Sevgi, aglarken tebessum edebilmektir..

“Kalb, kırda atılmış bir kuş kanadı gibidir.
Rüzgar nasıl bu kanadı alt üst çevirirse kalb de böyledir.” Hadis-i şerıf

alıntıdır…

GÜL İLE HASBİHAL…

Sen ey gül,
Açıp solan,
Kalmayıp giden,
Gülüp ağlayan, ağlatan,
Var yok arası,
Hasret çiçeği,
Kanlı vadi,
Sevda tepesi,
Veda çölü,
Kalbin uzak coğrafyası,
Varlık âyinesi,
Işık tuzağı,
Vuslat serabı,
Açıp solan,
Taze müjde,
Kırılgan yâr,
Varlık kristali,
Yokluk kuyusu.

Sen ey gül,
Göğsümün kanının çiçeği,
Bu seher vakti,
Gün tomurcuklanmadan,
Işık eşyaya vurmadan,
Açılmadan zamanın goncası,
Kapına geldim.
Yola düştüm,
Kalbimde yatan gül aşkıyla,
Aklımı kanatan rengine vurularak.
Yitiğimi bulmak,
Bulduğumu yitirmek için.
‘Veda’ tepelerinde kurulan devleti
Gül yaprağından devşirmek için.
Şifa gülünü, vefa gülünü, can gülünü,
Sultan gülünü öpmek ve diriltmek/dirilmek için…
Yitirmek için Leylâ’yı ve Lâle’yi,
“La ilahe” diyebilmek için.

Sen ey gül,
Say ki bir bülbül yanı başında,
Ömrüm bir bülbül ağlayışında.
Sesim gül şiiri, kelimelerim şebnem
Ve yağmurla yanağına düşürdüğüm gözyaşında.
Toprağına ölü olup uzanıyorum şimdi.
Sen ey gül,
Sen ne kadar gülsen,
Ne kadar gülersen,
Ne kadar kan dökmek istersen göğsümden,
O kadar bülbülüm ben,
O kadar ağlıyor,
O kadar gülüyorum.
Senin için kanıyorum.
Gül yüzüne kanıyorum.

Sen ey gül,
Hasretin de vuslatın da saadet bana,
Ki bir ömür ediyor hasretin.
Varlığım mecnun bir diken olsa da,
Senin yanında kalıyorum, sana kanıyorum ya.
Vuslat o kadar makbul değil.
Belki, mümkün değil.
Göğsüme her sokuluşunda
Soluşunu da yanımda getiriyorsun.
Öyleyse, sen kendini diken bil ey gül.
Kalbime yetmiyorsun.
Arzuma yetişemiyorsun.
Yalnız gözüm kanıyor sana,
Sahte ışıklar gibi.
Gece ortası yıldız böceği.
Varoldukça yok oluyorsun.
Geldikçe gidiyorsun.

Sen ey gül,
İlk, senin âyinende gördüm yüzümü.
Senin yüzünde aşkımı keşfettim.
Senin yüzünden derde düştüm.
Bir seni senâ ettim, senin övgüne kandım.
Seni yâr ve kendimi var sandım.
Oysa bir ‘Ezelî Nazar’ın hatırında var değil miydik?
‘Gizliydim; görünmek istedim’ dedi diye
Düşmüş değil miydik varlık âyinesine?
Ve ne ki, ve ne yazık ki, ve ne hüsran ki,
Birbirimizin yüzünde oyalandık.
‘Görünmek isteyen Cemâl’e kör kaldık.
‘Görmek dileyen Nazar-ı Dekaik-âşina’ya uzak kaldık.
Varlık yâre oldu yüreğimizde, Yâr’in yolundan kaldık.

GÜL İLE HASBİHAL…

5180_92983382637_89361212637_2147924_1459645_n

Sen ey gül,
Ben seni buldum,
Ben sana vardım,
Ben sende durdum.
Ne çare,
Bulduğum yâr aradığım değildir,
Vardığım yöre kalınası değildir,
Durduğum yer kalası değildir.
Yine de vefalısın, bilirim.
O yüzden kanımı akıtırsın,
O yüzden solarak sokulursun koynuma,
Canımı acıtırsın tâ ki,
Bulduğuma razı olmayayım,
Vuslatına kanmayayım.
Şairin “Gül, ey saf çelişki!” dediği diken değsin yüreğime.
Leylâ’dan geçeyim, Ferhat’leyin benlik dağını deleyim,
Ta tahammülü kuşanıp, el açıp Ötelerin Sahibi’ni dileyeyim.
Tâ yalanı, solanı, eskiyeni yakayım,
Gül, kül olsun.
Tâ perde perde açılsın gül yaprakları,
Ölümüm düğünüm olsun.

Ve sen ey gül,
Güllerin solduğu bu yerde,
Ellerin düştüğü bu yerde,
Gözlerin kapandığı bu yerde,
Canların kanadığı bu yerde,
Sen ve ben,
Neden birbirimize bakarız?
Neden bunca senâ, bunca sevda?
Neden?

Ben sende kalamam ey gül.
Sen de bana kalmazsın.

Sen ey gül,
Yalan yanlış aşkların ülkesi.
Yitik sevdaların yöresi.
Buruk buluşmalar köşesi.
Aşkın ve şiirin yakıcı gölgesi
Sen bende kalmazsın.
Ben sana kanamam.

Seni senâ ettiğim yeter artık ey gül!
Söylediklerim şairce değildir gerçi,
Seni senâ etmenin bedeli sözün parçalanmışlığıdır.
Nice gül yaralı şiirlere değmiştir dudağım.
Gül yüzlülerin dergâhında gülücüksüz bırakılmıştır.
Gülü yazmış, güleyazmamıştır.
Gülü bilmiş, gülebilmiş değildir.
Ağlamış, lâkin gözyaşı gül yüzlere değmemiştir.
Gül muştusu beklemiş ve halâ beklemektedir.
Şimdi sen ey gül,
Geri ver emdiğin gözyşlarımı,
Gözüme dönsün yeniden kana buladığın çiğ taneleri,
Tâ ki “Adımları parıltılı, alınları bembeyaz,
Dağılsın evrene gülün mestaneleri.”

Sen ey gül,
Sen Muhammed kokulu gül.
Sen ey gül kokulu Muhammed! (asm)
“Sen ki en büyük Gül’sün, en çok gülü seversin
Söyle bahçıvanına, bir gül de bana versin.”

Sen ey gül,
“Sen ey bahar elçisi, sen ey kutlu güldeste
Senin için cansızlar bile canından geçer.”
Değil mi ki Hafız Senin hatırına mahfuzdur ebediyen,
Fuzûli sözleri, Senin adına fuzûliyattan arındı.
Şiraz’ın rüzgârında, Medine’nin göğünde,
İstanbul’un yüreğinde,
Senin kokundur yâremizi sağaltan,
Senin kokun Yâr’in vechine yüzümüzü çeviren.

Sen ey gül,
Umarım ki yüzüm yüzüne değer.
Duyarım ki, yüzün yüzüme güler.
Ve bilirim ki,
“Gölgeler şehrinde gül,
Kimseler kalmayacak.
Öteler şehrinde gül,
Bir daha solmayacak.”

Solmayacak gül,
Ve Nur’dan yaprakları olacak.

Senai DEMİRCİ

Sevginin Tarifi…

”.. Sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir, bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun.
Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Hâlık-ı Zülcelâl’inden havf etmek, O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; O’nun rahmetinin kucağına atar. ” (Sözler, 24. Söz)

Nasıl ki acıkma duygusunu Allah içimize yerleştirmişse, sevmek duygusunu da öyle içimize yerleştirmiştir. İnsan mutlaka sevecektir. Sevmemek olmaz. Acıkmamak oluyor mu? Sevmemek de olamaz. İnsan, sevmeli. Ama neyi? Müslüman olarak Allah’ı seveceğiz. Allah’ın sevdiklerini seveceğiz. Allah’ı sevenleri seveceğiz. Sevmenin alâmeti, sevdiğine hizmet etmektir. Allah’ı seviyorsak, Allah’a hizmet edeceğiz. Hizmetimiz, Allah’ı sevdiğimizi gösterir. Bu esaslar dairesinde sevmek duygusu çok önemlidir. Sevmek duygusuyla aile bireyleri birbirine bağlanır. İnsan, vatanına bağlanır, işine bağlanır. Sevmek duygusu olmasa, her şey birbirinden kopar.

Her şeyde bir sevgi var. Toprak buluta âşık. Bulut bitkilere âşık. Bitkiler toprağa âşık. Dal yaprağa âşık. Kâinattaki her şey, birbiriyle alakalı olduğuna göre kâinatın mayası sevgidir, aşktır. Her canlı bir diğerine muhtaçtır. İşte bu muhtaçlık alakaya dönüşüyor. Alaka, aşktır.

Muhabbet, kâinattaki her şeyi birbirine bağlar. İnsan kâinat ağacının meyvesidir. Koyunu severiz, meyveleri severiz, kırları severiz. Amma sevgiyi böyle dağıtırsak, Allah’a bir şey kalmaz. Biz, öncelikli sevgimizi Allah’a ve Peygamberimize (sas) yöneltmeliyiz.

Güneş doğar, toprak yeşillenir. Susuz kalan bitkiler yaprak yaprak el açar, Allah’tan su ister. Rüzgâr, su dolu bulutları bitkilerin üstüne getirir ve yağmur rahmet olarak yağar. Su gibi bir şeyden her şeyi yaratan Allah, yağmurla dünyanın yüzünü güldürür. Buharlar denizlerden yükselir. Dağlara derelere yağar. Deredeki sular durmadan koşar. Çünkü onu bekleyenler var. Gidecek bahçeleri, bağları, tarlaları sulayacak. Mideleri yaratan Allah, midelerin ihtiyacını da yaratmış. Sevgi, yardımlaşmadır. Kainattaki her şey birbiriyle yardımlaşırken bazı kimseler “hayat kavgadır” diyorlar. Hayat kavga değil, yardımlaşmadır.

Sevgi görünmeyen iptir. Elementleri birbirine bağlar. Maddenin en küçüğü atomdan maddenin en büyüğü güneş sistemine kadar her şeyde sevginin izlerine, çekim kanunuyla rastlıyoruz. Topraktaki kökler toprağın ne olduğunu anlamaz; fakat toprağın içindedir. Sevgi de toprak gibidir. Herkes o sevginin içindedir; fakat sevginin ne olduğunu bilen azdır.

Hekimoğlı İSMAİL


Gül düşleri…

 

Gönlüm ki Gül’e hasret… Üçüncü halin imkansızlığında… Ve kozanın amansız yırtılışında…

Cevher Gül’e düştü, mıknatıs bana, güzellik Gül’e, sevgi bana… Güzeller güzelleri severmiş ve sadıklar sadıkları… Güzelliğimi arttır benim Gül’üm, ve arındır ayrık güzelliklerden sevgilerimi… Senden yüzüne bakma lezzetini isterim ve titrerim vefadan sonra ayrılığına düşme dehşetiyle. Genişlet sana indirilene yaslanmakta sinemi, ve sade kıl sensiz düşüncelerden gönül ayinemi. Bir yankı ol, ses kat sesime; bir nazar kıl can ver nefesime. Düşümde ya hayalde gel, bitirdi gerçek beni; geldir bizi her halde gel ya yanına çek beni!. Gel Efendim! Sen gelmeyince hatıra bilsen neler gelir!..

Gönül ki Gül’e hasret…

Güzellik kendisine sıfat değil ad olan… Gül olmayınca bahçeler berbad olan…

Bakışındandır başlangıcı bütün hadiselerin; ve en büyük yangın aşkının bir kıvılcımından… Dönüyorsa gökler bir yüzük halkasınca, ve dönmedeyse içinde ne varsa, kaşındandır yüzüğün, inci tanesi kaşından… İyi hal de hatırlatıyor seni bize, kötü hal de; korktuğumuzda da sevgin var içimizde, umduğumuzda da… Gözyaşlarımız gözbebeklerimizi boğazlıyor sensiz, duru şaraplar içinde zehirler yutuyoruz… Gökkuşaklarını toprağa gömenler de, nurunu ağızlarında söndürmek isteyenler de senden öte sınavlarda değiller aslında. Nefis kendini içine üflemekte daim. Gülü kendi sesinde solduranların seni beklemekle geçecektir yüzyıllar süren ömürleri. Ah bir bilseler!.. Hâb-ı gaflette geçen ömrümü rü’yâ gördüm.

Gönüller ki Gül’e hasret…

Gönül ki kana boyandı, ve Gül’ün aşkına yandı…

Aşk, bir Gül’ün adıydı… İmdat ki seven unuttu, vefa yine sevgiliye düştü!.. Gel ey, unutma bizi!… Seni bir seven aşkına sev hepimizi!.. Kararlıyım bu gece, bütün varlığımla seni öveceğim… Seni sevdiğim gibi…

Iskender PalaHatırımıza düştün hatırına düşür bizi. Sevdik seni, sevindir bizi. Uzaktayız yakınına vardır bizi; yandık pınarına kandır bizi. Sıcak yaz günlerinde yaş dalların titreyişi gibi yandır bizi serin kuyulardan; koyu gecenin yıldızlarına karşı uyandır bizi derin uykulardan. Gözyaşı değil nice demdir gözümüzden akan; belki eriyip biten ruhumuzdur damlayan!.. Gül sözleri edelim çok çok, ve gonca sükutu az az. Gül düşleri görelim gül gecelerinde, Gül’ün aşkını derelim gül hecelerinde. Gözü sürmeli ile ağlayanın arasına gül serpelim, güle yeminler edip. Gönülleri yıkayalım gül suyuyla. Gönüldendir şikayet kimseden feryâdımız yoktur.

ÂŞIK OL, VEF BUL…

Haydi ey âb-ı hayat, yani aşk!

Bir nağmeye başla da,

beni şevkle, heyecanla değirmen taşı gibi döndür!

Böyle yap! Böyle yap da, hep böyle olsun;

perişan, darmadağın olarak, ben bir tarafta, gönül bir tarafta olsun!

Ağaçların dalları ve yaprakları, rüzgâr olmasa oynamaz;

kehribar olmadan saman çöpü de uçup gitmez!

İnsaf et; saman çöpü bile rüzgar esmedikçe hareket etmez ise,

dünya nasıl olur da rüzgarsız, rüzgar olmadan,

bir tesir eden bulunmadan kendi kendine hareket eder?

Aslında, dünyanın her cüz’ü, her şeyi âşıktır;

her şeyin, her zerrenin, her atomun bile içine

bir aşk ateşi düşmüştür!

Her şey, sevgili ile buluşmak için çırpınır durur;

her şey buluşma sarhoşudur!

Fakat onlar, kendi sırlarını sana söylemezler!

Çünkü sır, lâyık olandan başkasına söylenmez!

Bütün varlıklar, ev sahibinin,

yani Allah’ın tatlı sofrasından yemekte içmektedirler!

Her şey canlı, her şey yiyor içiyor, konuşuyor!

Böyle olmasaydı, karıncalar Süleyman’a sır söylerler miydi,

dağ Dâvud Peygamber’le beraber ilâhî okur muydu,

seslenir miydi?

Şu gökler âşık olmasaydı,

göğsü böyle saf, temiz, masmavi olur muydu?

Eğer güneş de âşık olmasaydı,

yüzünde bir nur, bir ışık bulunmazdı!

Yerler, dağlar âşık olmasalardı,

gönüllerinden bir ot bile bitiremezlerdi!

Deniz aşktan habersiz olsaydı, aşkı anlamasaydı,

böyle çırpınıp durur muydu, köpürüp coşar mıydı?

Ey insan! Sen de âşık ol, aşkı tanı; vefâlı ol da, vefâ bul!

Mevlânâ Celâleddin Rûmî

Dîvân-ı Kebîr