Ey kapıları açan Allah’ım…

“Allahümme ya müfettihal ebvâb, iftah lenâ hayral bab.” “Ey kapıları açan Allah’ım, bize hayır kapılarını aç!” Amin Amin Amin

Oku…

Oku İkra Oku iki kere oku… Önce kainati, sonra Kuranı oku.. …
Önce kendine, sonra ehline-cevrene oku.. Önce oku, bitti deme, bırakma, tekrar tekrar oku.. Yaradan Rabbi’nin adıyla oku. Rabbini oku … Lâ Edri.

Sevgili İnsanlık…


Senin gerçek halini en son, Sevgili yle (as) beraber kol kola görmüşler.
Merhamet, şefkat, hoşgörü ve sevgi de yanınızdaymış.
Zaman zaman bir görünüp bir kaybolsan da o gün bu gündür hiç kimse
görmemiş gerçek halini.
Bir yerlerde saklanıyorsun, bunu biliyoruz. Koluna girecek dost yürekler
arıyorsun belli ki ortaya çıkmak için. Belli ki bir hayli dargınsın bize.
Sevgili İnsanlık,
Biliyoruz ki şu yaşlı yeryüzü, senin en berrak hâlini Sevgili nin(sas) ışığıyla
gördü.
Daha önceleri de görülmüştün, Yusuf(as), Musa(as), İsa(as) ve birçok sevgi
dostlarıyla.
Ama hiç bu kadar güzel tecelli etmemiştin dünyamızda.
Hep böyle defalarca saklanmışken, defalarca belirmiştin yeryüzünde.
En son saklandığında yeryüzünde bir mağarada, Sevgili yle (sas) inmiştin dağın
zirvesinden insanların arasına.
İnsanlar sana muhtaçtı çünkü, insanlar sana en fazla muhtaçtı.
Ve O Sevgili yle (sas) beraber, milyonlarca parçaya bölünerek yerleşmiştin
yüreklere.
Sevgili İnsanlık,
Biz biliyoruz ki şimdi, sen Sevgili den (sas) önce diri diri toprağa gömülen
körpe kız çocuklarının feryatlarıyla terk etmiştin insanları ve de şehirleri.
Sırtında kırbaçlar şaklayan çaresiz kölelerin iniltileriyle terk etmiştin.
Alkol kokan, hoyrat şehvet hırıltılarına kulak tıkayarak terk etmiştin.
Zalimin gürleyişleri, mazlumun inleyişleriyle terk etmiştin bizi.
Ve daha önceleri sevgili insanlık,
Yusuf (as)la beraber kuyuya atılmış, Eyyüb la (as) mağaraya sürülmüş,
Yunus la (as) balıklara yem edilmiştin.
Ve her gidişinden sonra; gözyaşlarıyla döndün insanların arasına, bir Sevgilinin
kolunda.
Sevgili İnsanlık,
İnsanlar zaten seni, Sevgilinin (sas) gözyaşlarında gördüler önce.
Ve biz gözyaşlarıyla beslendiğini, gözyaşlarıyla büyüdüğünü biliyoruz
yüreklerde.
Ve biz; bir tarafının, bir gözü yaşlıyla sürgünde olduğunu da biliyoruz,
şimdilerde.
 
Sevgili İnsanlık,
Şimdilerde sana o kadar muhtacız ki… Hangi mağaranın içinde, hangi
kuyunun dibinde, hangi denizin ortasındadır diğer yarın, bilemiyoruz?
Hani çocukluğumuzda; elma dersek çıkar, armut dersek çıkmazdın orta yere.
Sevgili İnsanlık,
Bugünlerde sana muhtacız. Sana en fazla muhtacız bugünlerde. Ne olur
ortaya çık da göster bizlere gül cemâlini.
Ne olur bir gözü yaşlıyla in artık şehirlerimize. Ne olur karakışa dönmüş
yüreklere bir sıcaklık getir.
Masum bir çocuk edasıyla çağırıyoruz şimdi seni.
Sevgili insanlık,
Elma diyoruz, ne olur ortaya çık!
Sevgili İnsanlık,
Nedendir bu yüreğimdeki inleyişler bilir misin? Bugün yine; acıyı vurmak
isterken sapan taşlı çocuklar, acıyla vuruldular.
Bugün yine, binlerce çocuğun ekmekleri elinden alındı. Bugün yine, yeni
doğan binlerce bebeğin beşiğine borç senetleri iliştirildi.
Ve bugün yine, siyah tenli çocuklar korkuyla baktılar beyaz tenli adamın
elindeki silaha.
Ve bugün yine, sen girmeyesin diye Filistin kentlerini tanklarla kuşattılar. Ve
kuyulara betonlar döküldü ve mağaralar bombalandı ve denizler yakıldı sen
dönmeyesin diye.
Sevgili insanlık,
Bir çocuk masumiyetiyle çağırıyoruz şimdi seni. Elma diyoruz, çık artık!
Sevgili insanlık,
Akıllar senden uzaklaşmakta senin yokluğunda.
Sen biliyorsun ki; sevgi, merhamet, şefkat ve gözyaşının eşlik etmediği bir
akıl, et yığınından başka bir şey değildir.
Şimdi, et yığınlarının inşa ettiği çelik paletler arasında ezilmektedir merhamet.
Ve merhametin öldüğü bu dünya, kanlı bir dünya oldu.
Ve gözyaşlarından mahrum bu dünya, kurak bir çöle döndü.
 
Sevgili insanlık,
Gözyaşları sendedir bunu biliyoruz artık. Elma diyoruz, ne olur ortaya çık!
Sevgili İnsanlık,
Sen gittin; cimrilik, cehalet, kabalık, budalalık, enâniyet, nefsâniyet,
şehvâniyet boy verdi gönül vadilerinde.
Ayrık otları gibi sardılar ruhları. Ve sevgi, bir kuş gibi uçup gitti beden
kafeslerinden.
Sen gittin; dertsizler dertlileri, sağlıklılar hastaları, zenginler fakirleri, sahipliler
sahipsizleri unuttu.
Sen gittin, büyük balıklar küçük balıkları yuttu. Sen gittin; benlikler nefislere
kaptırıldı ve ruhların içi boşaldı.
Ve benlikler, içi boşalmış ruhlara put olarak dikildi. Ve şimdi insanlar kendi
benliklerinin firavunluğunu yaşıyorlar.
Ve dünün putperestlerinden daha vahim bir durumdalar.
Sevgili İnsanlık,
Bizler de sensizlikten düşen payımızı aldık. Elma diyoruz, ne olursun çık artık!
Sevgili İnsanlık,
Belki bir yetim yürekte büzülüp kaldın, belki başı okşanası masum bir çocuğun
yüreğinde.
Belki sürgün yemiş gönüllerin içine akıttığı gözyaşlarında saklısın, belki bir
kutlunun hüzünlü yüreğinde.
Yine insanların yüreğindesin, biliyoruz. Ve seni, kavminin Yunus u (as) araması
gibi arıyoruz.
Sevgili insanlık,
Bir çocuk masumiyetiyle bir kez daha elma diyoruz. Ne olur, dön artık!
alıntı

Sermayesi Buz Olan Adam…

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri yoldan geçerken bir buz satıcısına rastlar.
Satıcı: “Sermayesi erimekte olan insana yardım edin!” diye bağırmaktadır.
Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri bu sözü duyunca düşüp bayılır.
Etrafına toplananlar onu ayıltırlar. Neden bayıldığını merak ederler.
Sonra Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin;
“Satıcı buzunun erimesine üzülürse benim ömür sermayem erirken ben ne yapmaktayım”
düşüncesiyle bayıldığını öğrenirler.

Bir günaha veda etmek…

 

Nefis, eşittir ben, demektir. Dolayısıyla -ben- duygusu büyük bir güç olarak kendini gösterir. Böylece yollar ikiye ayrılır; bir tarafta canının istediğini yapanlar, diğer tarafta Allah ın istediğini yapanlar. Nefis meselesinin özü budur.
Nefis, cennetle cehennemin yol kavşağıdır. Nefsiyle isteyen cennete, isteyen cehenneme gider. Şeytan,-ben- kelimesinden manevi hayatımıza girer. İkisi birleşir, Müslüman ın rakibi olur. İnsanın zaafları şeytanla anlaşır, iki ayaklı şeytanların sayısı artar. Yol kavşağı her şehirde her an karşımızdadır. Orada cami de vardır meyhane de vardır. İsteyen camiye isteyen meyhaneye gider. Meyhaneden kasıt haramların bütünüdür.

Haram daire, zahiren daha süslüdür, daha caziptir. Haram daireye girmek çok kolay, helal daireye girmek çok zordur. Çünkü helal dairenin zahiren cezbedici bir yönü olmamakla beraber, haram daire insanı kendisine çağırır. Cennet ebedi saadet yeridir. Bu durumda insana zoru başarmak düşer. Cennetin ücreti reklam edilen haramlardan uzaklaşıp, helal daireye girmektir. İnsanları sevk eden para, makam, şöhret ve zevklerdir. İşte şeytan, bu dört nesneyi kendisine silah eder, ummadığı anda Müslüman ı bu silahlarla vurur. Tarikatta nefsin kademeleri vardır. O kademelerde pişerek yükselen kişi, kendini nefisten ve şeytandan korur. Eğer korumakta yine zorluk çıkarsa Ahmed Yesevi gibi senelerce mağarada yaşar. Mevlana gibi kütüphaneyi suya atar. Bediüzzaman Said Nursi gibi çıkar dağın başında yaşar.
Yani zamanın cazibesinden korunmak bu kadar zordur…
En büyük kazayı en iyi şoförler yapar. İyi şoförüm der, yola hâkim olduğuna emindir ve gaza basar… Amma sonu bazen felaket olur. Müslüman da hızla sünnet-i seniyyede ilerliyor. Kendini müttaki zannediyor. Hiç beklemediği bir anda bir haram, koca bir kayalık gibi önüne atılır. Fren yapsa da yine o harama sürüklenebilir. Böyle pek çok arkadaş, beklenmedik işler yaptılar…

Risk her zaman herkes için vardır…

Bu durumda “Ben İslamiyet’i yaşıyor muyum? Helal dairede miyim, haram dairede mi?” sorusu akla gelebilir. Bunun cevabını herkes kendi hayatına bakarak bulabilir; şöyle ki:

Kimin dünyası cennet olmuşsa, o şahıs İslamiyet’i yaşıyor demektir. Çünkü İslamiyet, dünyamızı cennet etmek için gönderilmiş bir dindir.

Üç aylara girdik. Üç aylar, insanın kendine çekidüzen vereceği bir zaman dilimidir. Mesela bir mübarek şahıs demişti ki: “Ben üç ayların her gününde bir günaha veda ediyorum. Birinci gün, sigara içmeyeceğim. İkinci gün, laubali olmayacağım. Üçüncü gün, şartlar ne olursa olsun yalan söylemeyeceğim. Dördüncü gün, helal kazancın peşinde koşacağım. Beşinci gün, borçlarımı ödeyeceğim. Altıncı gün, eşime daha iyi davranacağım vs.” Arkadaşı dinleyince düşündüm; insan aldığı bu kararları uygulasa, sırat-ı müstakime biraz daha girer. O yolun sonu da dünya ve ahiret saadetidir.

Bu da bir nevi pişerek yükselmektir…

Allah’ım bu mübarek üç ayların hürmetine, bizleri affeyle. Şafi-i Kerim olan Allah’ım, bizlere şifa ver. Rezzak olan Allah’ım, rızkımızı artır. Hafız-ı Kerim olan Allah’ım, bizleri her türlü kötülükten koru… Ve bizlere bildiklerimizle amel etmemizi nasip eyle…

Hekimoğlu İsmail

Dün oldu, yarın doğmadı…

DÜNYA BİZE gülmüyorsa oturup ağlayalım mı? Ağlamaya değen nedir, gülmeye değen nedir değişen dünyada? İzafiliğin resimleri, değişimin sesleri; sevinçleri deliyor, kederleri lezzetlere çeviriyor… Çepe çevre saran üzüntü veya lezzet; bir rüzgârlık serap… Silik sahiplenmeler, sahici olmayan hallerden hallere dönüyor dünya… Durmuyor gidiyor; uzak iklimlere, uzak dünyalara…
Dün ya oldu, yarın daha doğmadı… Bugünün sıkışmışlığında kâh o yana kâh bu yana kıvranıp duruyoruz, elde var; hiç… Hiç; hiçbir zaman varlığını bu zaman kadar hissettirmedi… Maddenin zirvesinde, görüntünün zevksiz ve hissiz şatafatında dönen kısır döngü; manayı, zarafeti, gizemin güzelliğini gizledi… Gülenlerin ve ağlayanların sesleri birbirine karıştı, ne sevinen sevindiğiyle kaldı ne de dertli derdiyle… İyi ki dönüyor, iyi ki dönmekle birlikte ileri gidiyor dünya, yoksa gamlı olan neşeyi bilmez, neşeli olan gamı bilmezdi… Siyahta olanlar siyahta kalır, beyazda olanlar beyazda; aradaki rengârenk renkler bilinmezdi…
Tek düze, tek ses, tek renk akardı hayat; acı veya tatlı… Acının tadı, tadın acısı bilinmezdi durgun duygularda… Durduk yerde durulur bir adım atılmazdı, kemale… “Çaresi olan şeyde acze, çaresi olmayan şeyde cezaya düşülmez” düşünülmezdi… Ezen ezdiğiyle kalır, ezilen ezildiğiyle… Reziller ve azizler, aşağıdakiler ve yukarıdakiler, güçlüler ve zayıflar, zenginler ve fakirler, idare edenler ve idare edilenler, aldatan ve aldananlar hep aynı kalırdı dönmeseydi dünya…
Dönersen dön, gidersen git; Esmasız, ahiret mezrası olmayan yöne… Tutan yok, sana olan tutku azaldıkça hürriyet ve hiffet artıyor… Seni yetişmek, seni tutmak mümkün mü? Bir tekmede atıyorsun aşağılara… Zahir aldatman zehirli bal gibi; yemeyen iştahlı, yiyen bin pişman…
Karnın ateş dolu, yüzün güllerle gülüyor, kuşlarla ötüyor, çiçeklerle renk veriyor olsa da… Derin bir karanlık kaplı neşenin hemen altında, ağlayanların seslerini duymuyor sağır sultanlar… Servet, saltanat, şehvet düşkünleri düşmüşler çukuruna bir şekilde; ne çıkabiliyorlar, ne de tam yerleşebiliyorlar…
Dünya durmuyor gidiyor; güleni ağlayanı, başaranı başaramayanı, sevinçlisi kederlisiyle karışık… Akıyor anlar, geçiyor günler… Zaman rüzgârı tozları ve tohumları karışık savuruyor; üzülmek üzülmek değil, neşe neşe değil…
Gerçek, geldik gidiyoruz… İyi ki kalıcı değil, dert de deva da… Ne dertsiz olunuyor, ne de dertle… Ne elemsiz, ne de lezzetsiz… Hızlı dönüyor dünya; hızına ve hazına yetişemiyoruz… Boşlukta yürümeye alıştık, nasıl dönersen dön, gidersen git. Belki de boşlukta yürümek kanatlanmamız için gerekli, sen bize güle güle demeden biz sana Allah’a ısmarladık demek; özlemimiz güzellik.
 
Hüseyin EREN

…Elinde veya cebinde veya çantanda veya arabanda veya masanda veya yakınlarında bir yerlerde; en az bir kitap bulundurmama hakkına sahip değilsin!.. Çünkü her gün birileri boğuluyor etrafında…

Telsiz memuru…

Bunu yüz kere yazsak yeridir
Bir gün, sağına ve soluna doğru uzayan iki yolun başında duruyor olacaksın..
Tam karşındaki üçüncü yoldan biri gelecek…
Yaklaşıp, önünde duracak. Soracak, veya "hangi tarafa gitmesi gerektiğini" öğrenmek için soran gözlerle bakacak…

Sen yalnızca;

-Şu yöne, diyeceksin…

Ya da hiç konuşmadan, kitap tutan elinle işaret edeceksin!..
Yönelecek mi gösterdiğin tarafa? Bilmiyorum… Varacak mı gittiği yere? Bilmiyorum… Ne zaman olacak bunlar? Bilmiyorum… Sen kaç yaşındayken olacak? Bilmiyorum… Sana toplam kaç kişi yol soracak? Onu da bilmiyorum…Fakat şunu biliyorum ki; olacak bu!..Bir gün tam karşıdan biri gelecek, sana hangi tarafa gitmesi gerektiğini soracak, ve sen yalnızca "şu yöne" diyeceksin!

İşte sen, oraya kadar, kendini taşımak… O zamana kadar, sağlıklı kalmak… Ve üstelik, seni gören birinin; en azından sana yol sorabileceği kadar da temiz ve bakımlı olmak zorundasın!.. Kendinden şüphe etme!.. Camii sorulan kimse, imam olmak zorunda değil… Okul sorulan kimse öğretmen olmak zorunda değil… Fırın sorulan kimse ekmek ustası,ve eczane sorulan kimse eczacı olmak zorunda değil…

Rütbesi en yüksek, diploması en büyük, cüzdanı en kabarık kimseler değil ki aranan… Yaşı en büyük, tecrübesi en fazla, fiziği en düzgün, yüzü en güzel olanları da aramıyor insanlar…

Çünkü bu özelliklerin peşinde olanlar; kısa zamanda anlıyorlar/anlayacaklar yanıldıklarını…İnsanlar; doğru adresi bilenleri arıyor!Ve insanlar, sadece umuyor; birilerinden aldıkları adreslerin doğru olmasını!..

Hadi… Geleceğe götür kendini!..

Çünkü bir zarfsın sen. İçinde var olanı taşıyorsun; onu bilmeyenlerin bulunduğu yerlere!..

"Titanic"in hikayesini anlatmış mıydım sana?..

271 metre boyundaydı. Okyanusu aşmak için o güne kadar yapılmış olanların en büyüğüydü. Ve en lüksü. Bu İngiliz yolcu gemisinin bir buz dağına çarparak nasıl battığını ve bu kazanın bin beş yüzden fazla cana mal olduğunu seningibi herkes biliyor… Fakat, Titanic batarken… Sürekli imdat sinyalleri gönderirken; oradan… Hem de çok yakınlardan, bir başka geminin daha geçtiğini çoğu kimse bilmiyor…

 
Bahsettiğim gemi o çağrılardan, feryatlardan habersiz olarak; donan, ezilen,boğulan insanların yakınlarından geçiiip gitti. Çünkü…Çünkü günlerdir, hiç ses duymadan beklediği telsizinin başında sıkılan telsiz memuru, o gece cihazını kapatıp yatmıştı!..
Sen, bir telsiz memuru gibisin!..

Elinde veya cebinde veya çantanda veya arabanda veya masanda veya yakınlarında bir yerlerde; en az bir kitap bulundurmama hakkına sahip değilsin!.. Çünkü her gün birileri boğuluyor etrafında…

Ve senin taşıdığın kitaplar, cankurtaran yelekleri gibi kurtarıyor/kurtaracak insanları!..

Muammer Erkul

 

…Hayırlarınızı çoğaltınız, iyiliklerinizi arttırınız. Mümkünse, bir çocuk safiyeti içinde kalmaya bakınız. Kalbinizi dersle, sohbetle cilâlayınız. Kalbiniz ki, en güçlü yanınız. Ne olur, onu ihmal etmeyiniz. Tövbe ile yıkayınız….

Ölüler konuşuyor


Siz dirileri çok dinlediniz. Biraz da bizi dinleyin. Ömrünüz zaten dirilerle geçiyor. Gününüzün yirmi dört saati hep onlarla beraber. Biraz da bizi dinleyin. Kulak verin sesimize. Aklınızda tutun söylediklerimizi. Can kulağıyla dinleyin… Söylemediler demeyin.

Biz bu kabristanın sakinleriyiz. Bir şairin dediği gibi:

“Dışı sükûn ile zâhir, derûnu mahşer”

Burası işte böyle bir yer.

İzin verilince görüşürüz, bazen rüya yoluyla konuşur, görüşürüz sizlerle. Rüyaya mahsus özel bir dil ile. Çok da meçhûl değil, erbabına mâlûm.

Rüyada yaşadıklarınız, bir bakıma bizim buradaki hayatımıza çok benziyor. Rüya da olsa, sizinki hayal meyal bir şey. Benzer dediğimiz hâl, yani bizimki ise hakikat. Siz bir rüyadan uyanıp başka bir rüyaya dalıyorsunuz, yani dünyaya koşuyorsunuz, uyandığınızı sanıyorsunuz. Bir gün, ölümle, dünyanın bu ağır uykusundan uyanıp, gerçeğine koşacaksınız. Yanımıza geleceksiniz.

Gerçi bunu zaman zaman yaşıyorsunuz. Meselâ o büyük zelzelenin sabahında ya da ne bileyim, çok sevdiğiniz birinin vefatında. Bir yakınınızın hastalığında az da olsa yaşamışsınızdır bu hâli. Şöyle bir silkinip uyanmışsınızdır. “Yahu biz nasıl bir dünyada yaşıyormuşuz meğer… Ne kadar da boş şeylerle meşgulmüşüz…” diye sorgulamışsınızdır her halde yaşadıklarınızı. Belki birkaç gün, belki birkaç hafta sürmüştür bu hâliniz. Ruh gibi hafiflemişsinizdir. İşte o an bahsettiğim gerçeğe yaklaşmışsınızdır. Ama hepsi o kadar. Dünya tatlı ve çekici. Yine kaldığınız yerden yaşamaya, uykuya devam… Tâ ki, bir musîbetin tahrikiyle kımıldanıncaya kadar.

Malınız mülkünüz geride kalacak hepsi… Yaşadıklarınız ve içtenlikle inandıklarınız… Gerçek malınız, ancak onlar olacak. Şan şöhretin sökmediği, paranın, iltimasın geçmediği, dünyada kıymet verdiğiniz birçok şeyin, Allah rızası için değilse eğer, zerre miktar değer bulamayacağı bir âlemde olacaksınız. Burası ne dünyaya benzer, ne ahirete… Her ölenin ruhu burada kontrol altında, görevli melekler tarafından tutuklu.

Ben buraya yeni gelenlerden biriyim. Dünyanın tozu, izi de henüz üzerimde. Buradan dünyaya baktığımda, yapmamanız gereken pek çok şeyi sizin yaptığınızı görüyorum; yapmanız gereken pek çok şeyi de maalesef yapmadığınızı… En kıymetli sermayeniz olan ömrünüzü nerede, hangi işlerde sarf ettiğinize bir bakar mısınız? Benim şimdi pişmanlık duyduğum işler için, siz orada doludizgin koşturuyorsunuz.

Doğruyu gösteren pusula, yani vicdan her yerde. Kabirde de yanımda. Aklımız, kalbimiz gibi, dünyadayken sesini kıstığımız ya da kulak vermediğimiz vicdanımız da burada, yanı başımızda. Uyarayım dedim, uyandırayım dedim sizi bir türlü uyanmak istemediğiniz o tatlı dünya uykularınızdan. Biliyorum, birçoğunuza bu söylediklerim belki bir masal gibi gelecek. Nefsinize yenik düşeceksiniz. Belki de şeytan sizi dürtecek, “Aldırma, boş ver” diyecek size. Olsun! Ben uyarımı yapayım da, içinizden hiç olmazsa birinin olsun, hayatında küçük bir değişikliğe, hayırlı bir başlangıca sebep olabilirsem İnşallah, ne mutlu bana…

Burasını size tarif etmek çok zor. Ne desem, hayalini kuramayacaksınız, asla tasavvur edemeyeceksiniz. “Aman, boş ver, adam sen de…” deyip geçeceksiniz belki de. Oysa gerçeğin gerçeği bir yer burası. Aldanmanın yeri ise sizin orası. Uyarayım, uyandırayım dedim. Sakın ola ki, Allah’ın rahmetinden uzakta kalmayın, ümitsizliğe düşmeyin. Yine sakın ola ki, affı geniştir diye günahlara dalmayın, şeytana aldanmayın. Fırsat eldeyken hatalarınıza, günahlarınıza bol bol tövbeler edin. Sadık kalın tövbelerinize, sabır, sebat gösterin. Sabrın sonu zaferdir. İman çok güçlü bir nimet. Aman ha, onu ganimet bilin. Dünyada neye sahip olursanız olun, iman dediğimiz bu nimetin bir zerresine değmiyor hiçbiri.

Burada ve bundan sonrasında artık hep o nimet geçerli. İman, ille de iman. Başka çare yok, başka deva yok.

Kabri aydınlatan bir nurdur iman.

Dünyada olduğu gibi, buradaki korkulu hâllerden de bizi koruyan ve bizi hep seven, sevdiğini de bildiren ve rahmetiyle gösteren, bir an olsun bizi hiç yalnız bırakmayan, nazlı bir bebek gibi ahımızı, nazımızı çeken, dinleyen, niyazımızı ve her nevî duamızı, ihtiyacımızı gören, sonsuz merhameti ve şefkatiyle bir an olsun ihmal etmeden veren Rabbimizle irtibatı koparmayın. Güneşe arkanızı dönmeyin. Yoksa gölgede kalır ruhunuz, üşürsünüz.

Bir küçük ışık, kibrit başı kadar bir ışık, nasıl koskoca bir karanlığı yutuyorsa, şimdi burada o nur, o ışık lâzım, o iman lâzım. Gayretinizi, faaliyetinizi iman nimetini çoğaltmakta harcayınız. Söylemedi demeyiniz. Biz kabristanın sakinleriyiz. İçimizden biri bir şeyler söylemeli size, uyandırmalı. Ben buraya yeni geldim. Yaşadığınız hayatın aynısını yaşayan biri, buranın yenilerinden biriyim. Bir şeyler söyleyip uyandırmaya çalışmalı içimizden biri sizi. Uyarıp uyandırmalı.

Bu da bir nimet… Bazen rüyada görüşürüz, konuşuruz sizinle. Dualarınız ulaşır nurdan tabaklar içinde bize. İsim isim dağıtılır. “Bu filandan, bu falandan” diye, seviniriz. Karanlık dünyamız, birden nurlarla dolar. Ruhumuz gıdalanır, doyar. Dünyada olduğu gibi, burada da rızka muhtacız. Rezzak orda da birdir, burda da bir. Rabbimize ihtiyacımız her yerde bir… Allah bir, Rezzak bir. Dünyada da, kabirde de, mahşerde de Rezzak bir, Allah bir.

Hayırlarınızı çoğaltınız, iyiliklerinizi arttırınız. Mümkünse, bir çocuk safiyeti içinde kalmaya bakınız. Kalbinizi dersle, sohbetle cilâlayınız. Kalbiniz ki, en güçlü yanınız. Ne olur, onu ihmal etmeyiniz. Tövbe ile yıkayınız. İmanla koruyunuz. Ne yapıyorsanız, Allah için yapınız. Desinler, bilsinler, görsünler diye sakın ola ki hiçbir şeyi yapmayınız. Niyetinizi bozmayınız. Eksiltirsiniz her şeyin değerini ve hiçe indirebilirsiniz. Bizden demesi… Nasıl olsa buraya geleceksiniz. Söylediklerimizi burada bir bir yaşayıp göreceksiniz. İyisi mi daha ölmeden ve fırsat eldeyken hayat gözünüzü dört açınız da, bu uyanıklığınız kabirde bir işe yarasın bari…

Son bir tavsiyem olacak sizlere. Her şeyi özetlemeye yetecek bir tavsiye:

“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı İmân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.” (Sözler, 134)

Şimdilik, Allahaısmarladık deyip ayrılalım. En kısa zamanda buluşmak üzere. Dilimizi salâvatlara alıştıralım. Hayatınızı dualı ve salâvatlı kılın, bizleri de dualardan unutmayın. Hoşça kalın.

 

Selim Gündüzalp

Ey Nefsim…”Yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar…”

Hatırla Yaradanını…
 
Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. (Zumer Sûresi: 36.) 

Ey nefsim!

Bir an olsun unutma Yaradanını… Sadece başına bir felâket geldiğinde değil, bir musibet ya da hastalığa maruz kaldığında değil, daima hatırla Onu. Zira Ondan uzak olunmaz, O bize her şeyden, herkesten yakın. Bizi Ondan başka her an gözeten, ihtiyaçlarımızı karşılayan var mı? Bize karşı sonsuz bir merhamet, kerem sahibi var mı? O bizi herkesten çok seviyor, bir an bile bizi yalnız bırakmıyor. Öyle ise sen de her an hatırla Yaradanını…

Bil ki, seni senden daha iyi tanıyan, daha iyi anlayan biri var. En gizli sırlarını bilen, halini gören biri var. Seni kendisine muhatap kabul eden, huzuruna dâvet eden yüceler yücesi biri var. Senin bütün duâlarına cevap veren sonsuz kudret sahibi biri var. Öyle ise sadece başın derde girdiğinde değil, her zaman hatırla Yaradanını. Gecelerde başını seccadene koyduğunda, içini Ona dök sessizce… Bırak damlasın gözyaşların, söndürsün kendi elinle yaktığın ateşleri… Nerede ve hangi şartta olursan ol, unutma Yaradanını.

Başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, bir yağmur damlasında, güneşin doğuşunda, gecenin karanlığında, kâinatın her sayfasında, her satırında hatırla Onu. Her şeyde O’nun taklit edilmez imzasını, O’nun mührünü gör ve hatırla Yaradanını..

şu çalkantılı dünyada kendini balığın karnındaki Yunus gibi hissettiğin zamanlar değil, her zaman hatırla Yaradanını. Çünkü her an öyle dehşetli bir haldesin unutma. O varsa her şey var, O yoksa hiçbir şey yok. Onunla her şey anlamlı, aydınlık, güzel. Onsuz her şey karanlık, mânâsız, hiçliğe gider. Onu hiç unutma ki, saraylara dönsün zindanların. Onu hiç unutma ki, nura gark olsun karanlıkların. Onu hiç unutma ki şifa bulsun yaraların.

Anadan, babadan, yardan ayrı kalınır da, Ondan ayrı kalınmaz. O bizi hiç bırakmaz. Öyle ise Sen de O’nun adını düşürme dilinden. Sevgisini eksik etme kalbinden. O senin her türlü ihtiyacına kâfî değil midir? Ondan gayrisi fani değil midir? Öyle ise her an hatırla Yaradanını…

Bak her şey ve herkes yavaş yavaş terk ediyor seni. En yakınlarının dostluğu bile kabir kapısına kadar sürüyor. Ondan başka var mı sana bâki bir dost? Seni kâinatın en şereflisi kabul eden, cennete namzet şerefli bir misafiri olarak ağırlayan, sana böyle paha biçilmez bir kıymet veren, sayısız ikramlarıyla sana kendini tanıtmaya ve sevdirmeye çalışan o Zât’ı sen de unutma. Tefekkür pencerelerinden O’nun esmâsının nakışlarını seyret. Onu hatırlamak için başına bir musibet gelmesini bekleyecek kadar nankör ve kör olma. Nereye baksan Onu gör, Onu düşün, Onu hatırla.

Ve hatırla Yaradanını… Hatırlanmaya en çok lâyık olan O değil midir? Söyle ey nefsim! Allah sana kâfi değil midir?

“Yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.

“Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

“Biri talep et; başkaları lâyık değiller.

“Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar.

“Biri bil; mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır.

“Biri söyle; Ona âit olmayan sözler, mâlâyânî sayılabilir.” (17. Söz)

Mehtap YILDIRIM

…Şimdi bir muhasebe yap kendinle. Hesap vermeye gitmeden, hesapla artılarını ve eksilerini. Düşün ki ömrünün son demlerindesin ve yalnızlığı yaşıyorsun. Nasıl olmayı düşlerdin? Ardına baktığında nelerin olmasını isterdin? Dürüstçe cevap ver kendine…


Farz et ki artık yalnızsın…

Aynaya her döndüğünde, ömrünün son demlerini yaşadığını hatırlıyorsun. Kuru bir yaprak gibi günbegün sararıp soluyorsun. Ruhun ve bedenin nefes almakta zorlanıyor artık…

“Bu kırışan yüz, bükülen bel benim mi?” Diye soruyorsun kendine. Şimdi, görmekten hoşlanmadığın bedenin haykırıyor “Bitti, bitti!” Diye. Tükeniyorsun…

Esen yelle savrulup giden hazan yaprakları gibi solgun bir yaprak olmayı tercih ediyorsun, insan olmak yerine. Öylesine ağır geliyor ki zamanın yükü, her geçen dakika daha çok telaşlanıyorsun. Korkuyorsun, her an hayatın kayıp gidecek diye ellerinden…

İstemediğin yalnızlık kapında şimdi.

Farz etki artık yalnızsın…

Bitmez sandığın gençliğinden eser kalmadığını görüyorsun. Delice harcadığın zamanlar aklına her gelişinde, yere düşürüyorsun yüzünü. Saatler senin için ilerliyor, uçup giden ve seni hiç bırakmayacak sandığın gençliğine, güzelliğine söyleniyorsun. Ama faydasız. Giden gitmiştir, üstelik hiç acımadan, vefasızca, habersizce çekip gitmişlerdir.

Oysa ne kadar da kıymetliydiler değil mi senin için? Hiç düşünmezdin değilmi, hayatın mum misali erimeye mahkûm olduğunu ve yalnızlığın bir gün kapını çalacağını? Sen buyur etmesen de misafirin olacağını?

Farz et ki artık yalnızsın…

Aynalar da artık senden yana değil. Küsüyorsun aynalara, seni yalnız bırakan gençliğine ama kimsenin umurunda değil. Geri istiyorsun kaybettiklerini, iç çekiyorsun sessizce, ağlıyorsun kimseler görmeden. Sonra… Ağlamaya bile geç kaldığını anlıyorsun.

Yitirdiğin vakitler aklına her gelişinde, çaresizliğin verdiği pişmanlıkla kıvranıyorsun. Hoyratça davranmıştın hani zamana, şimdi de zaman sana hoyratça davranırsa ne yapacaksın?

Yalnızlığın durakları geliyor aklına, korkuyorsun. Korkular çaresiz, sen çaresizsin. Oysa hep yalnızdın zaten. Kalabalıkların içindeyken bile yapayalnızdın…

Duymak istemeyen, kabullenmeyen sendin. Biliyordun, hazırlanmalıydın, seni yalnız bırakmayacak olan Rabbi’ne kulluğunu eksiksiz yapmalıydın. Ya şimdi, kim yanında olacak? Son nefesinde kim giderecek korkularını?

Kim girecek seninle kabrin kuytusuna? Kimde teselli bulacaksın, mahşer kalabalığında?…

Hatırla…

Bencilleşen dünyanın bencillikle yoğrulan bir dişlisi de sen olmuştun. Sadece sen vardın hayatının merkezinde. Sen de aciz bir varlıkken koymamalıydın kendini hayatın merkezine. Bu kadar önemsememeliydin kendini. Seni önemseyeni tercih etmeliydin.

Oysa şimdi… Vazgeçilmezlerin çoktan vazgeçmiş senden!

Seni bırakmayan ve her daim elinden tutan Yaradan’a vefasızlığın mahkûm etti seni yalnızlığa. Yalnız bırakmayacağının müjdesini de vermişti üstelik, duymak istemeyen sendin. Ve sen yalnız bıraktın, nefsinin arzularını tercih ederek; O’na götüren yolları, seccadeni yalnız bıraktın, yetimin gülüşünde saklı olan rızasını yalnız bıraktın, gecenin pişmanlığa çağıran demlerini yalnız bıraktın.

Ya şimdi?… Onlar seni yalnız bırakırsa ne yapacaksın!

Bak! Varlığın önemsenmiyor artık. Dost bildiklerin çoktan çekip gittiler. Oysa seni önemseyen, sana asıl dost olacak biri hep vardı. O Bir’e, o Tek’e sırtını dönen sendin…

Gün sayıyorsun şimdi, yalnızlığın duraklarına. Uçurumun eşiğine getirdi de seni unuttukların, fark edemedin!

Kabir geliyor aklına. Hayatında gördüğün birçok kişi son yolculuğuna gelecek ama kimse girmeyecek seninle beraber kabre… Ürperiyorsun, hesap melekleri gelince yanına, ne yapacağını düşünüyorsun, çaresizce…

Tekrar Rabbin geliyor aklına.

Eyvahlar olsun! Yeni mi hatırlıyorsun sonsuzluğun sahibini! Neden unuttun O’nu? Neden kabirde de yalnızlığa mahkûm ettin kendini? Şimdide Rabbin seni yalnız bırakırsa ne olacak halin!

Mahşerin kalabalığında da yalnızlığa mahkûm olacağın geliyor aklına. Kabir gibi orada da mı kimsesiz kalacaksın? Öyle ya çok dostun, çok sevenin vardı. Peki, orada da olacaklar mı? Yalnız geldin dünyaya. Yalnız gideceğini neden unuttun?…

Uçurumlara sürükleyen nefsini dost mu sandın kendine! Yalnızlığın yokuşlarında, seni çoktan yalnız bıraktı oysa dost bildiklerin. Seni yalnız bırakmaması için niyazda bulunmadın hiç değil mi Rabbine…

Oysa bunu hep istemeliydin hem de hıçkıra hıçkıra. Gözyaşların şahit olmalıydı, sadece Rabbine güvendiğine ve sadece O’nu istediğine.

Yalnızlığını unutturacak işlerle meşguldün hep. Unuttuğun güzellikleri görmeyecek kadar hırslandıkça hırslandın, yozlaşmış dünyada. Oysa ibretin en büyüğüne şahit oluyordun, her gün yeniden. Ölüm’dü hani adı…

Bir kefen parçasından başka hiç bir şey götürmedi gidenler. Buna rağmen maddeyle sınırladın hayat çizgini. Yazık etmedin mi kendine?…

Kardeşlik neydi? Sılai rahim neydi? Tövbe etmek neydi?… Unuttun bunun gibi daha nice güzellikleri.

Dur ve düşün! Bir soluklan, nereye koşuyorsun bir bak!…

Yüzleş kendinle, dön içine. Ne kadar yararı var sana, peşinden koşturup durduğun hayatın? Hazır mısın yalnızlığa? Bir sor kendine. Seni yalnız bırakmayacak bir şeyler hazırladın mı öteye, bir düşün!

Şimdi bir muhasebe yap kendinle. Hesap vermeye gitmeden, hesapla artılarını ve eksilerini. Düşün ki ömrünün son demlerindesin ve yalnızlığı yaşıyorsun. Nasıl olmayı düşlerdin? Ardına baktığında nelerin olmasını isterdin? Dürüstçe cevap ver kendine…

Bir de şöyle düşün

Şimdi dur! Bir de şöyle düşün…

Düşün ki Rabbinin rızasını gözeterek, ömrünün basamaklarını birer birer geride bıraktın. O basamakları, seni yalnız bırakmayacak olan güzelliklerle donattın…

En önemlisi de her adımında salih ameller işleyerek arkanda sarılacak birçok umut dalı bıraktın…

Anneni babanı duacı ettin kendine. Ailen ve eşin senden razı. Akraba ve komşuların, senin müşfik elini bir ömür boyu hep hissetti üzerlerinde. Yetimi gözettin, fakiri doyurdun… Dinine her fırsatta hizmet ettin, edemediğinde de edenlerin elinden tuttun, destekledin.

İnsanlardan uzak kaldığın anlarında, gözyaşları içinde yalvardın durdun Rabbine…

O Yüceler Yücesini andın saatler boyu. Tespihin döndü durdu, dilin ve kalbinle birlikte… Nefsinin arzularına karşı bir nöbet ki bekledin ömür boyu… Şeytanı adeta çıldırttın takva ve irfanınla…

Ne güzel değil mi?…

“İyi ki de kul olmayı bilmişim” diyorsun şimdi kendi kendine. “İyi ki de kul olmayı bildirmişsin ey Rabbim!” diyorsun yeniden.

Umudun var şimdi. Kimseler yanında olmasa da mühim değil, Rabbin var ya! Bu yeter sana. Unutmamanın ve yalnız bırakmamanın sevincini ve huzurunu yaşıyorsun şimdi.

İyilikte kusur etmediğin, akraban, komşun, arkadaşın da vefalı sana. Çocukların, hatta torunların bile üzerine titriyor. Güzellik eden güzellik buluyor…

Ölümü beklerken heyecan duyuyorsun artık. Vuslat oluyor, Hz. Mevlana misali düğün oluyor ölüm senin için. Korkular yerini ümide bırakmış. Seccaden ve her günahın ardında burkulan yüreğinin tövbeleri, yalnız bırakmıyor seni, ne güzel…

Zamanı da hiç yalnız bırakmadığını farz et. Ne mutlu sana! Dakikaları saat, günleri yıllar hükmüne çevirmişsin. Şimdi onlar da gelecek ardından ve kapısını her daim çaldığın Rabbin yalnız bırakmayacak seni, müjdeler olsun!…

Yalnız değilsin. Tebessüm ediyorsun, kul olmayı tercih ettiğin için insan olmaktan öte…

Zeynep Yeter Aslan