Güzel ölüm, dost ölüm, hayat ölüm!

Selam sana ölüm!

Var oluşumuzun en heyecanlı, en anlamlı ânı ölüm.
Uçsuz bucaksız bir serüvene yelken açmak ölüm.
Şu maceralarla dolu dünyamız da anlamını yitiriyor zaman zaman.
Ölümü seviyorum.
Bekliyorum…

Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır.
Anlamlandırır.

Bir yakınımızın ölümü içimizde onulmaz bir yolculuk duygusu uyandırır.
O yolculuğa atılmak için umutla bakarız ufuklara.
Sıranın elbet bize de geleceğini hiç unutmadan!

Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa eğer, hayatlarımız da yoksun demektir.
Hayatın asıl macerası ölümle başlar!
Sonsuz ve sınırsız bir âleme geçişin ipucuyla.

Her birimiz hayat boyu aradığımız ölümü yaşarız, bilinmez bir ânın sabahında.
Kendimiz için hayat boyu hazırladığımız ölümü buluveririz birden bire

Modern hayat ölümü inkar edemese de yokmuş gibi yaşıyor.
“Herkesin öleceğini bilirdim bilmesine ama,
Benim hep bir istisna olarak bu dünyada kalacağımı düşünürdüm” diyor bir batılı ölürken.
Seküler bir yabancılıkta ölüme verilecek cevap yok.
Onu unutmaktan, yokmuş gibi yapmaktan başka…

Oysa hayatla ölüm, ölümle hayat ne kadar da iç içe aslında.
Nereye saklansak beyhude.
Hangi kovuğa, hangi servete, hangi makama gizlensek boş.
Sonunda o kaçıp durduğumuz ölüm gelip bizi de bulacak.

Öyleyse hiç kaçamayacağımız ve bir gün mutlaka bizi gelip bulacak bir şeyden kaçmaya çalışmak niye?
Niye hayat boyu o yokmuş gibi yaşamak?

Ölüme bakmak, ölümle olmak, ölümü bir dost, bir arkadaş yapmak.
Bizi hiç yaşamadığımız maceralara götürecek bir gemi görmek.

Ölümü sevmek!
O bizi bulmadan biz ona sevgili olur muyuz?

En önemli varlığımızı emanet edeceğimiz ölüme yabancı durmak abes.
Onun dostluğunu, onun sırlarını keşfetmek.

Ölümle başlayacak, hayatımızın en güzel macerası.
Ölümle herkes bu hayatın bir rüya olduğunu anlayacak ve uyanacak.
Vuslattır ölüm, ruhun sevdiğine kavuşmasıdır.
Dünyanın yalanlarından, aldatmalarından, ağırlıklarından sıyrılıp gitmektir.

Hayatımızın akıp ölüme,
oradan da ölümsüz hayata kavuşmasından daha heyecanlı bir sırrı var mıdır?
Güzel ölüm, dost ölüm, hayat ölüm!
Sevdiklerimizden ayrılma kaygısı da olmasa,
seni her gün çağırıp duracağım dayanılmaz bir merakla.

Ey ölüm! heyecanla bekliyorum seni!
Bıktım şu dünyanın ağırlıklarından, keşmekeşinden;
senin götüreceğin sahili bekliyorum.

Ne zaman çalacak son müzik?
Ne zaman gireceğim senin o dayanılmaz heyecanlı, meraklı kapından?

Bir mucizesin sen, tıpkı doğum gibi!

En çok sevdiklerime kavuşturansın.

Hayatı ölüm nimeti ile beraber Yaratana,
Ölümün de hayat gibi yaratılış olduğunu anlayana,
Ve ölmeden ölümle beraber yaşamayı,
Ölüme dost olmayı bilene,
Merakla beklediğim sevgili dost ölüm hep sana,
Selam olsun!

 
Levent BİLGİ
….."Sizlere müjde!. Mevt; idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil, belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir; bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır."
 

…..Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nûra giriyorsunuz. Sahib ve Mâlik-i Hakikî’nin tarafına gidiyorsunuz… Ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz!..
Risale-i Nur Asa-yı Musa’dan

 
“Inna lillahi ve inna ileyyhi raciun”"şüphesiz biz Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz."  (Bakara: 156)
“Her nefis ölümü tadacaktir.”

 

Daima izzet, şeref, haysiyet timsali oldu.

Ahlâk timsali, fazilet timsali…

…Öyle ki, onunla karşıt cephelerde yer alanlar bile ona daima hürmet ve itimat beslediler; "bu adam bizi arkadan vurmaz", hatta "başımız derde girdiğinde bu adama iltica edebiliriz" diye düşündüler.

Merhum Muhsin YAZICIOĞLU ve beraberinde vefat eden tüm arkadaşlarına cenab-ı haktan rahmet ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır: Vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır…”

Bir Ömrün Değişmez Prensibi: Müsbet Hareket

Müsbet hareket, Risale-i Nur’un ilim ve irfana, tebliğ ve iknaya, muhabbet ve şefkate dayanan irşad metodu. Bu meslek bütün mücedditlerin ortak yoludur. Hepsi, Allah Resulü’nden (a.s.m.) aynı dersi almış ve asırlarının şartlarına göre bu yolda yürümeye azamî hassasiyet göstermişlerdir. Gazaliler, Rabbaniler, Geylâniler, Mevlânalar hep bu mukaddes yolun yolcularıdır. Hepsinin ortak gayesi, insanları Hakkın rıza çizgisine çekmek, ebedî saadetlerine vesile olmaktır.

“Âlimler peygamberlerin varisleridir,” hadis-i şerifine en ileri mânâsıyla mazhar olan bu kutlu zevat içerisinde Bediüzzaman Hazretleri’nin hususî bir yeri vardır. Onun bu hususiyeti, asrının dehşetinden ileri gelmektedir.

Rüyada Bir Hitabe başlıklı yazısında, her asrın mebusları içinde bulunan mübarek bir heyetin kendisine şöyle hitab ettiğini haber verir:

“Ey helâket ve felâket asrının adamı, senin de bir reyin var. Fikrini beyan et.”

Diğer mücedditlerin mücahedeleri, İslâm’ı ana istikametinden uzaklaştırmak isteyen ve mü’minleri Ehl-i Sünnet itikadından saptırmaya çalışan birtakım gâfillere ve bedbahtlara karşı olmuştur. Bediüzzaman’ın asrı ise çok daha farklıdır. Onun zamanında, imanın erkânına ilişilmiş, neden ve niçin yollu sorularla mü’minlerin kalplerine şüpheler sokulmuş, imanları tehlikeye atılmıştır. Ayrıca, küfür, dalâlet ve sefahat birer şahs-ı mânevî hâlinde ve dünya çapında organize edilmiş olarak imana, İslâm’a ve ahlâka musallat olmuşlardır.

İşte tarihte misli görülmemiş bu ifsat hareketlerine karşı, tebliğ ve irşad vazifesini mânen yüklenen o büyük Üstad, bir yandan şüpheleri giderici ve mü’minlerin imanlarını taklitten tahkik seviyesine çıkarıcı kıymetli dersler verirken, diğer yandan bu engebeli, dikenli, mayınlı ve uçurumlarla dolu yolda Müslümanların nasıl yürümeleri gerektiğini ders veren lâhika mektupları kaleme almıştır.

İşte ‘müsbet hareket’, bu ulvî yolculuğun esası ve yürüyüş ritmidir.

Bediüzzaman Hazretleri, kendisini menfî bir harekete sevketmek için yapılan bütün işkencelere, zulümlere, oynanan bütün şeytanî oyunlara sadece acı bir tebessümle karşılık vermiş, ona zulmedenler de dahil olmak üzere, bütün bir beşeriyetin imanını kurtarmak için çıktığı o mukaddes yolculuğunu, itidâl-i dem ile, sarsılmadan ve düşmanlığa girmeden tamamlamıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, bütün ömrü boyunca tatbik ettiği tebliğ ve irşad prensiplerinin bir hülâsası mahiyetinde olan ve bir cihette Allah Resûlü’nün (a.s.m.) Vedâ Hutbesi’ni andıran son mektubuna şu cümlelerle başlar:

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır: Vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren, müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lâhikası)

Bu cümlelerde müsbet ve menfî hareketlerin en önemlileri nazarımıza sunulmuş durumda. Rıza-yı İlâhî için çalışmak müsbet; riya, gösteriş ve menfaat için çabalamak menfî.

Hizmet-i imaniyye müsbet; küfür ve dalâlete, isyan ve sefahate çalışmak menfî.

Allah’a tevekkül müsbet; vazife-i İlâhiyyeye karışmak menfî.

Asayişi muhafaza müsbet; kavga ve ihtilâl çıkarmak, huzur ve emniyeti ihlâl etmek menfî.

Sabır ve şükür müsbet; sabırsızlık ve isyan menfî.

Müsbet, kelime mânâsıyla isbat edilmiş demektir. İsbat edilen, ortaya konulan istifadeye sunulana müsbet denir.

Müsbet imardır, menfî ise tahrip…

 

Dünün boş arsasına bugün bir bina kurmuş, istifadeye sunmuşsanız bu bir müsbet harekettir. Ama mevcut bir binayı ortadan kaldırmış, faydasız hâle getirmişseniz buna da menfî denir.

Menfî, nefyedilmiş demektir. Nefiy ise sürgün etmek, ortadan kaldırmak, yokluğunu iddia etmek mânâlarına geliyor. Küfre giren insana imansız denilmesi de bundandır. Bu adam, kendi iman sarayını yıkmıştır. Kezâ, iffet ve ahlâk köşkünü harab eden adama da ahlâksız deriz. Burada da bir menfî hareket söz konusu…

Sağır bir insan sesler âleminin câhilidir. Ona göre, ses diye bir şey yoktur. Kendisine şefkatli bir hekim el uzatıyor ve kulağını tedavi ederek onu işitme nimetine kavuşturuyor. Artık bu adam için sesler âlemi sabit olmuştur. Ve hekimin yaptığı da müsbet bir harekettir.

İşiten bir kulağı sağır hâle sokmak ise menfî hareket…

Görme hâdisesinde de öyle. Gözü görmeyen insanın şu kâinat hakkındaki bilgisi ancak elinin temas kurabildiği eşyaya münhasırdır. Bu adamın gözünü tedavi ettiğinizde, nazarı yıldızlarda, güneşte, ayda, dağlarda, ovalarda dolaşmaya başlar ve hususî dünyası sınırsız denilebilecek ölçüde genişlenir.

Müsbetler de, menfîler de sayısız denecek kadar çok. Bunlar içerisinde müsbetin en ileri derecesini şu ifadelerde buluyoruz:

“Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmak.”

Hizmet-i imaniyye, insanoğluna yapılabilecek en büyük yardımın ifadesi, en büyük müsbetin simgesidir. Kalpten küfür sökülüp atılacak, yerine iman bina edilecektir.

Bu hizmet sonunda, bir insan iman nimetine kavuşursa, daha önce, sadece gördüğü eşya ile alâkadar olan bu adam, artık bütün âlemlerin Rabbine vâsıl olmuş, maddede boğulan aklı âlemlerin yaratıcısını bulmuştur. Vazifesiz, sahipsiz, hâmisiz olmaktan kurtulmuş, ölüm ötesini bilememenin ıstırabından halâs olmuştur. Şimdi o, görmeyi yaratan bir Basîr, işitmenin mûcidi bir Semi’, sûretlerin tasvircisi bir Musavvir, hayatları yaratan bir Muhyî bulmanın ve O’na iman etmenin safâsını sürmeye başlamıştır.

İşte bu adamın imanına yapılan bu yardım, ne kör gözü açmaya benzer, ne de işitmeyen kulağı. Kendisine sunulan bu iman hizmeti, onun için ebedî bir ihsandır ve fâni dünyası için yapılan yardımlardan sonsuz derece büyüktür, ehemmiyetlidir. Cennette ne körlük var, ne sağırlık. Ne açlık var, ne susuzluk… Hiçbir elemin orada yeri yok. Hiçbir yokluk, hiçbir noksanlık o beldeye ayak basamamış. Bu akıllara sığmaz lütufların karşısında, yine akıl almaz azaplarıyla cehennem var. Cennete ermenin ve cehennemden kurtulmanın temeli, esası iman. Onun içindir ki insanlığa yapılabilecek en büyük hizmet de, iman hizmeti…

İşte Bediüzzaman Hazretleri o engin himmetini, bu milletin imanının kurtulmasında merkezleştirmiş büyük mürşid, mânevî hekim ve eşsiz müceddiddir.

Bütün mesaisini iman vadisine hasreden bu büyük mürşid:

"Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var, başka cereyanlarla alâkam yok," buyurarak müsbet hareketin iman hizmeti, menfînin ise imansızlık cereyanı olduğunu veciz bir şekilde ifade buyurur.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Vefatının 49.yıldönümünde Üstad Bediüzzamanı Rahmetle anıyoruz…"Cemiyetin îmanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim" diyen aziz üstad biz buna şahidlik ediyoruz o ekilen nur tohumları bugün zeminimizde ve dünyanın her tarafındaki zeminlerde çiçek açtı açıyor elhamdülillah.Allah daimen ebeden razı olsun…

hem madem…

Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem ”la yukellifullahü nefsen illâ vüs’ahâ ” sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.
Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”
 16.mektuptan 
 

Mâdem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor; ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette, dâimâ, gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mesele karşısında, bîçare insan, o idâm-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.

Bu katî hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişâne-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyâlar ve o enbiyâların haber verdikleri aynı haberleri, keşf ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyânın aynı hakikate şehâdetleri ve hadd ü hesâba gelmeyen muhakkiklerin katî delilleriyle-o enbiyâ ve evliyânın verdikleri aynı haberleri-aklen, ilmelyakîn derecesinde Hâşiye ispat ettikleri; ve yüzde doksan dokuz ihtimâl-i katî ile, "İdâm ve zindân-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız imân ve itaat iledir" diye ittifaken haber veriyorlar. 13.söz’den

Mâdem eşya var ve sanatlıdır; elbette bir ustaları var. Yirmi İkinci Sözde gayet katî ispat edildiği gibi, eğer Her şey birinin olmazsa, o vakit her bir şey bütün eşya kadar müşkül ve ağır olur; eğer Her şey birinin olsa, o zaman bütün eşya bir şey kadar âsân ve kolay olur. Mâdem zemin ve âsumânı birisi yapmış, yaratmış; elbette, o pek hikmetli ve çok sanatkâr Zât, zemin ve âsumânın meyveleri ve neticeleri ve gâyeleri olan zîhayatlara başkalara bırakıp işi bozmayacak, başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek; şükür ve ibâdetlerini başkasına vermeyecektir.

Mâdem böyledir; hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak, kalp ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuddur.

 

Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

"Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem.

Rûhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem.

İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim.

Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.

Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim."

26.söz’den

Mâdem hakikat böyledir, âkıl isen, ibâdet cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve, "Onun bir saatini ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarf ediyorum" de. O vakit senin acı bir fütûrun, tatlı bir gayrete inkılâb eder.

İşte ey sabırsız nefsim! Sen, üç sabır ile mükellefsin: Birisi tâat üstünde sabırdır, birisi mâsiyetten sabırdır, diğeri musîbete karşı sabırdır. 21.söz’den

“Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” Bakara s.32.ayet

Ne mutlu geceyi Rabbimizin bir âyeti olarak görüp bu nazarla okuyabilenlere. Onlar gecenin, gece de onların dostudur…

BİR AYET OLARAK GECE
 

Gözümüzü hikmetle açıp ibretle etrafımıza baktığımızda Rabbimizin nice âyetlerini görürüz. Çiçekler, böcekler, dağlar, denizler, denizde akıp giden gemiler, yağmurlar, bulutlar…

Gece de bu âyetlerden biridir. Bizatihi Kur’ân “Gece de onlar için bir âyettir” (bkz. Yâsîn sûresi, âyet: 37) buyurur ve bizleri gece üzerine düşünmeye, tefekküre çağırır. Maişet vakti kılınan gündüzün keşmekeş ve koşuşturmacasından sonra ilâhî bir lütuf olarak dinlenme vakti kılınan gece, kendimizi dinleyebileceğimiz bir vakittir de aynı zamanda. Gece nasıl gündüze perde kılındıysa, biz de gecelerimizi günümüzün sahte ışıklarına, parlaklıklarına perde kılabiliriz. Bürünmek, örtünmek biraz da kendi içimize, özümüze, enfüsî âlemimize dönmekse, gecelerimizde Rabbimizin âyetleri üzerine yapacağımız tefekkür ve ibadetlerimiz mülkten melekût, maddeden mânâ alemlerine açılan pencerelerimiz olabilir. Çünkü Kur’ân’ın ifadesi ile “Gece kalkışı, (Kur’ân’ı anlamada kalbe) alabildiğine uygun ve kıraate daha elverişlidir” (bkz. Müzzemmil sûresi). Bir âyet olarak gecenin, gecelerin bizlere söylediği nice ders olsa gerektir.

Gece rububiyet dersi verir. Kişi dünyayı kendi ayinesinden görürmüş. Monotonlaşan hayatımız çoğu zaman etrafımızdaki nice ‘olağanüstü’lükleri ‘olağan’laştırır. Tüm kâinatı elinde tutan birinin ancak gündüzün ardından bir örtü ve dinlenme vakti olan geceyi getirebileceğini unutur oluruz. Gecede yazılan nice âyetleri ve dersleri de tabiî. Nisyan ile mâlûl olduğumuzu bilen Rabbimiz hatırlatır ve ikaz eder bizi. “De ki: Söyleyin bakayım! Eğer Allah, geceyi üzerinizde kıyamete kadar devamlı kılacak olsa, Allah’tan başka size bir ışık getirecek ilâh kimdir? Hiç (söz) dinlemez misiniz? De ki: Söyleyin bakayım! Eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyamete kadar daimî kılacak olsa, içinde istirahat edeceğiniz bir geceyi size getirecek ilâh kimdir? Hiç (hakkı) görmez misiniz?” (Bkz. Kasas sûresi, âyet: 71-72).

Gece faniliğimizi ve misafirliğimizi anlatır bize. Gündüzün göz kamaştırıcı ışık ve aydınlığının gece ile zeval bulması her kemalin bir zevali olduğunu hatırlatır. Gündüz nasıl zevale akıyorsa dünyanın da gözümüzü kamaştıran mal, mülk, şan, şöhret, şehvet, makam, mevki gibi nesi varsa hepsi gece ve gündüzün dönmesi ile zevale koşar. Yaşadığımız her gece ölümümüze bir gece daha yaklaşmak, yaşamak ölümümüze yanaşmak demektir aslında. Rabbimiz de bu dersi verir nice âyette. “Yerin üstünde olan herkes fanidir. Ancak senin azamet ve kerem sahibi Rabbinin Zatı baki kalır” (Bkz. Rahmân sûresi, âyet: 26-27). Biz o kadar alışmışız ve ülfet etmişizdir ki geceye, bu mânâlar pek yankı bulmaz kalp ve ruhlarımızda.

Gecede ümit de vardır. Günümüzün sel gibi akan günahları karşısında her bir günahla biraz daha yaralanan ve karalanan kalblerimiz, nazar-ı gafletle Yunus aleyhisselamın gecesinden yüz derece daha karanlık olan istikbalimiz vardır. Çevreden yardım yerine çoğu zaman binbir günahın kışkırtıcı çağrıları gelir kulaklarımıza ve gözlerimize. Benliğimizin sahte ışıkları karanlıklarımızı koyulaştırmaktan başka birşeye yaramaz. Biz böyle ümitsiz iken, gecede imanın nuru daha da parlar. Zira artık anlarız ki, sebepler faydasızdır. Yoktur Müsebbibü’l-Esbab’dan başka yardımcımız. Yunus aleyhisselam gibi “Lâ ilâhe illâ ente” deriz en koyu karanlıklarımızda. “Yâ Rabbi! Bizim durumumuz ne kadar karanlık olursa olsun, sen gecenin karanlığından sabahı yarıp çıkaransın (bkz. En’am sûresi, âyet: 96); bizim de karanlıklarımızdan imanın hidayet nurlarını çıkar. Yoktur senden başka bize eman verecek” diye yalvarırız.

Farklı yön ve boyutları olsa da hidayet nuru bir taneyken, dalâletin karanlıkları binlercedir. Nefsimiz, enaniyetimiz, mal-mülk tutkumuz, makam-mevki sevgimiz, şehvetimiz, karanlıklarımızdan sadece birkaç tanesidir. Ve bizi bütün karanlıklardan kurtaracak Rabbimize olan iman, dua ve istiğfarlarımızdır. Çünkü “Allah iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından hidayet nuruna kavuşturur” (bkz. Bakara sûresi, âyet: 257).

Peygamberimizin (s.a.v.) gece yatmadan önce okumamızı önemle tavsiye ettiği Bakara sûresinin son iki âyetinde geçen “Allah kimseyi gücünün yetmeyeceği birşeyle mükellef tutmaz” da gece de bize verilen bir ümit ve müjde değil midir? “Her ne kadar gündüz harama ve günaha düşmüş ve girmiş olsan da ümitsizliğe düşme! Bunlar senin geçebileceğin imtihanlardır. Çünkü senin şefkatli ve merhametli Rabbin, sana geçemeyeceğin sorumluluklar yüklemez” gibi mânâlar da söylemez mi? Şeytanın “Zaman kötü, bu kadar günah var; inancını yaşaman imkânsız. Bak, insanların çoğu harama dalmış durumda. Bundan kurtulman imkânsız” gibi binbir desisesine karşı bu âyetler birer ümit değil midir? Şeytanın bu desiselerine karşı “Hayır, Rabbim bana kaldıramayacağım yükü ve sorumluluğu yüklemez” diye bilmek, bir destek ve teşvik olsa gerek bizler için.

Gecenin verdiği dersler ve mânâlar bunlarla sınırlı değildir elbette. Ve herkes geceden aynı dersi de almaz. Gece böler, gece çarpar, gece arttırır, gece eksiltir, gece parçalar, gece toplar, gece iter, gece çeker… Sonuçta geceden alacağımız dersler kendi aynamızın rengine göre olacaktır.

Ne mutlu geceyi Rabbimizin bir âyeti olarak görüp bu nazarla okuyabilenlere. Onlar gecenin, gece de onların dostudur! 

Murat KURU

…O yüzden, geceler ne kadar karanlık, kapılar ne kadar kapalı, kalbler ne kadar katı görünürse görünsün, yüreklerin serin, zihinlerin salim tutulması gerekmektedir….

Gelecek, Gelecektir
 
Bundan seneler ve seneler önce, henüz yılların "Milad" ile birbirine eklenmediği nice bin yıllar öncesinde, diyarın birinde adamın biri bir rüya görür; Bir yıldız doğmakta, ve doğan yıldızın parlaklığı ayın aydınlığı ile güneşin ışığını bastırmaktadır.

Rüyayı gören Nemrud adındaki adam, kendisini tedirgin eden bu rüyasının yorumunu sorar soruşturur ve şu cevapla karşılaşır: "Ülkende şu yılda bir çocuk doğacak, halkın dininin yerine başka bir din getirecek, senin saltananının zevali de onun eliyle olacak."

Nemrud, rüyasının yorumunu bu şekilde alması üzerine, hakim olduğu diyarda doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emredecek; ne var ki, bu zalimce hükmün tek bir istisnası, bir mağarada gizlice dünyaya gelen ve yıllar yılı doğumu gizlenen İbrahim olacaktır!

Nemrud, tedbir olarak istisnasız bütün çocukların öldürülmesi gibi bir zulmü emir buyururken, doğması murad olunan yıldız, yegâne istisna olarak gene de doğmuş; sonrasında da, hadiseler, tıpkı rüyanın yorumunda aktarıldığı üzere seyretmiştir.

Allah’ın olmasını murad ettiği şeyi, kulların en keskin ve en zorba ‘önlem’leri bile önleyememiştir.

İbrahim Aleyhisselamdan nice yıllar sonra, onun neslinden olan Benî İsrail’in Mısır’da köleleştirilmiş halde bulunduğu bir zamanda, bu kez, Mısır firavunu benzer bir rüya görür. Beytü’l-Makdis tarafından gelen bir ateşin Mısır evlerini sararak Firavun’un kavminden olanların evlerini yakıp harap ettiğini, Benî İsrail’e ait evlere ise dokunmayıp geri bıraktığını görmüştür rüyasında…

Firavun da, çevresine rüyasını anlatır ve şu yorumu alır: "İsrail oğullarından bir erkek çocuk dünyaya gelecek, o mülk ve saltanatını elinden alacak, saltanatını yenecek, seni ülkenden çıkaracak, senin dininin yerine başka bir din getirecektir."

Firavun’un ‘tedbir’i de, Nemrud’un tedbiri gibidir. Benî İsrail içerisinde doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesi emredilir ve bu noktada bir istisnanın husule gelmemesi için akla gelen bütün tedbirler alınır.

Lâkin, Musa örneğinde de, hadiseler tıpkı rüyanın yorumunda aktarıldığı üzere seyreder.

Allah’ın olmasını murad ettiği şeyi, kulların en keskin ve en zorba ‘önlem’leri bile önleyememiştir.

Üstelik, kendisini ‘en yüksek Rab’ ilan eden Firavun’un ilahlığını ve saltanatını yitirmeme uğruna giriştiği o muazzam zulme mukabil, Firavun’un saltanatını mahvedecek ve ve ilahlık iddiasını feci bir akıbetle yalanlayacak olan Musa Aleyhisselam, bizatihî Firavun’un sarayında, Firavun ailesinin koruması altında büyüyecektir.

Allah’ın olmasını murad ettiği birşeyin önlenemezliğine dair üçüncü bir rüya ise, Yusuf Aleyhisselamla ilgilidir. Bu kez, rüya gören bir firavun yahut nemrut sözkonusu değildir; rüyayı gören, henüz taze bir genç olan Yusuf’un kendisidir ve rüyasında onbir yıldız ile güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini görecektir. Babası Yâkub Aleyhisselam, bu rüyanın kardeşlerine anlatılmasını dahi istemediği halde, rüya Yusuf’un haberi olmaksızın kardeşlerine iletilince; bu onbir ayın kendilerini, güneşin babaları Yâkub’u, ayın ise annelerini temsil ettiğini anlayan ağabeylerinin ruhlarını kıskançlık saracak; ve bu rüyanın tahakkukunu engelleme kasdıyla, mâlûm suikastlerini irtikap edeceklerdir.

Lâkin, görülen, bir sâdık rüyadır. Yusuf’un Rabbi, Yusuf için, böyle bir akıbeti murad etmiştir ve kuyudan saraya, saraydan zindana, zindandan Mısır azizliğine uzanan upuzun bir hayat yolculuğu içerisinde, hadiseler, tam da rüyanın haber verdiği şekilde cereyan edecek; nitekim, seneler sonra gerçekleşen buluşmaları hengâmında, Yusuf Aleyhisselam, babasına "Babacığım! İşte bu, evvelce gördüğüm rüyanın gerçekleşmesidir" diyecektir.

Bir kez daha, Allah’ın olmasını murad ettiği şeyi kulların ‘önlem’leri önleyememiştir.

Ve o Kadîr-i Rahîm, "asla kendinden konuşmayan" Resûl-i Ekremine, her biri zaman içinde bihakkın tahakkuk eden ‘haber’ler dahilinde, âhirzamanda yaşanacak bir büyük fütuhatı, ilk başladığı gibi ‘garîb’ olmazdan önce bütün dünyayı aydınlığa ışıtıp ısıtacağını bildirmiş; o da, bunu ümmetine haber vermiştir.

Rab böyle murad etmişse, abdin yapabileceği birşey yoktur. Kullar ne ‘önlem’ alırsa alsın, abdin dediği değil, Rabbin dediği tahakkuk edecektir.

O yüzden, geceler ne kadar karanlık, kapılar ne kadar kapalı, kalbler ne kadar katı görünürse görünsün, yüreklerin serin, zihinlerin salim tutulması gerekmektedir.

Zira, kalbler de, kapılar da, geceler de O’nun elindedir.

Kalbler, kapılar ve geceler Elinde Olan ise, elçisi ile, imana açılan kalbler ile gelecek aydınlık bir günün ve nuranî bir iklimin haberini vermiştir.

Gelecek budur ve gelecek elbette gelecektir.

Kâfirler istemese de…

Metin Karabaşoğlu
karakalem.net