…Ve sen..Ellerimden tutsan….Yeniden “sabret” desen ve sabredecek kadar sadrıma huzur versen…

Sen ve Ben

Ellerimden tutsan…

Yeniden “bekle” desen ve bekleyecek kadar yüreğime su serpsen..

Susuzluğumu da sende fark ederim, suyu da… Nedir bu “ben”liğimdeki “ben” sevdası bana yol göster.

Terk etme beni, lâyık olmasam da, aç bana yüreğini ve denizlerini…

* * *

Yüzüm yok! Bu çırpınışlarda daralır yüreğim.

Yüzüm yok! Yine de sevmeni beklerim.

Yüzüm yok! Ben umudu senden öğrendim.

* * *

Sanmayın yüreğim durgun deniz, içimde bir Mûsa ve bir Firavun yaşar, benden çok ev sahibi…

Damarlarımdaki kan kadar kırmızıdır sevdam ve yüreğim bu sevdaya yanar.

Çelişkili ömrün son demlerinde koysam da bu savaşın adını, yine de ararım yalnızlığımda dostun kapısını…

Bir sır mıdır bu insanın içine akıtılan? Ve bu sırrın doğum sancısı mıdır bendeki başlayan?

Doğrulmak ve yeniden Mevlâ’ya ulaşmak için mi bu buram buram hüzün?

Ve sen..

Ellerimden tutsan….

Yeniden “sabret” desen ve sabredecek kadar sadrıma huzur versen…

Sonra ağlasam… Bu çaresiz ateşlenmelerimin ilacını sende bulsam… Bir yangın makamı bu kadar mı öfkeli eritir içimi? Bir sevda bu kadar mı özlenir?

Tövbeler ve tövbeler… Bu dönüşler korkarım kolay olmayacaktır… Puslu yılların ardından ölsem ve yeniden senin yolunda dirilsem…

Söyleme, lâyık olmadığımı n’olur söyleme…

Yokluğunda çok yandı, belki adam olur bu yürek şimdi seninle …

Ardından attığım adımlar kadar yol gitmişim hayatta… Senin ismini duyduğum kadar sesler kıymetlenmiş… Ve seni andığım kadar zaman günahlara “dur” demiş…

Karanlıklar vadisisinde kalbim, bir kibrit yakmanı beklerim.

Neresindeyim bu hayatın ve senin kalbinde miyim?

Alır beni bu esen düşünce rüzgarı ve iklimlerim yokluğunda acıtır ve üşütür içimi…

Yalnız sende var yüreğimin nefesi…

Bil ki, ben âcizim; bil ki hatalarımla dolu yüreğim ve çaresizim…

* * *

Sen…

Tutsan ellerimden…

Yine içime baksan ve titrese tüm benliğim taa ki son nefesime kadar…

Sonra değişse tebessümlerim… Bir hikayesi olsa çilelerimin..

Seni anlatsam… Anlatsam… Anlatsam..

Yer-gök beni arasına alsa… Kâinatı okusam…

Açsan ellerinle perdelerimi ve şereflensem dost cemali ile…

Bir yangın bu kadar mı güzel olur şimdi?

Ruhlar hapishânesiymiş ya dünya, sen beni kurtarsan…

Kalbimin kilidini tek bakışınla kırsan!..

Sevginin derinlerinde yalnız seninle kaybolsam…

Bir ömür bu, bitmeye adanan… Bir insanım ben, kendini tanımayan!

N’olur… Söyleme layık olmadığımı!. Sen de beni bırakıp gitme…

* * *

Sevgim, tek gerçeğim!..

Bu yolda imanımın derdindeyim ve yine tek senin izindeyim, tek senin kapında dizüstü çökmekteyim ve yalnızca “gel” demeni beklerim…

Fatma ALADAĞ

www.sebnem.org

…Rabbimin o en güzel isimlerini gör ve göster bir bir. Biteni, söneni, gideni, geçeni değil, bitmeyeni gör, batmayanı gör… Gitmeyeni, geçmeyeni ebediyen ölmeyeni, sönmeyeni bil ve bildir…

.

Sevemez kimse beni, Senin sevdiğin kadar


Bir düşün…

Çok değil sadece birkaç dakika…

Şöyle sıyrıl şu günlük ve gündelik işlerden, şu gölgeler ve sahteler dünyasından.

Sonra düşün bir an…

Adam gibi düşün, ama ‘düşünen adam’ gibi değil.

İnsanca, mü’mince düşün…

Şimdi seni sevenler var ya…

Şu seni seviyorum diyenler…

Rüzgâr gibi peşinden koşturanlar var ya…

Onlar neredeydi bir zamanlar?

Bir düşün…

Onlar seni, ancak sen var olduktan, yani sen yaratıldıktan sonra bildiler ve çok sonra sevdiler. Öyle değil mi?

Seni seviyorum diyenler için; önce senin ve sonra da sevgi denen şeyin var olması gerekliydi. Öyle değil mi?

Eğer sen olmasaydın ve yaratılmasaydın kim bilecekti seni? Kim haberdar olacaktı senden?

Nasıl sevebilir, nasıl “Seni seviyorum” diyebilirdi, şimdi çevrende dönüp duran insanlar.

Seni, yani henüz olmayanı, yok olanı kim bilebilir, kim sevebilirdi ki?

Hatırlamaya çalış!

Sınırlı da olsa, hayal ve hafızanın izini sür. Seni götürebildiği yere kadar git.

Hatırlamaya çalış!

Bir yerde durman gerekir ama işte tam orada dur:

Sen yoktun, dünya da yoktu, hiçbir şey yoktu bir zamanlar. Ama her şeyi bir Bilen, seni bir Bilen vardı. O bir olan Allah’tı (cc). Ve sadece O vardı.

O en sevgili, O en şefkatli ve O en merhametli Rabbin vardı. O’ndan başka hiçbir şey yoktu.

İşte O bütün Âlemlerin Rabbi’dir. Kur’ân bize O’nu şöyle tanıtır:

“O, göklerin, yerin ve bunlar arasındaki her şeyin Rabbi’dir.” (Şuarâ Sûresi, 24)

O’nun rahmeti ve sevgisi her şeyin önündedir ve üstündedir.

  

Evet, seni sevenler de yoktu bir zamanlar. Ne annen, ne baban ve ne de en yakınların. Hiçbir şey yoktu. Ve sen bu uzun yolculuğun hiçbirinin farkında bile değilken, sadece Rabbin için yok, yoktu. Dilediği vakit, saat geldiğinde seni yokluktan varlığa, karanlıktan aydınlığa çıkardı.

Rabbin seni, sen yokken de biliyordu ve O’nun sonsuz ilminde hep vardın. Seni sen yokken sadece O biliyor, O seviyordu. Ve sevdiği için de seni var etti. O’nu bilmen ve O’nu tanıyıp sevmen için seni bu dünyaya gönderdi. Başkaları seni var olduğun için sevdiler. Anlayacağın onlar seni şartlı sevdiler.

Oysa Yüce Rabbin seni şartsız sevdi. Hatta seni sevmesi için var olman bile gerekmezdi. O seni yaratınca bilmedi. Yaratmadan önce de biliyordu. O sonsuz ilmiyle ve sonsuz kudretiyle seni yaratmayı diledi ve var etti. Unutma, sen O’nun, o sonsuz ilminde hep vardın…

Seni yaratmakla, kendini sana bildirdi, seni senden ve kendi varlığından haberdar etti.

Bu müthiş ânı kaçırma hayatından. Çıkarma hiç aklından. Hatırla zaman zaman.

Hatırla ki, yanlışlara düşmekten ve korkulara kapılmaktan kurtulasın.

Seni O’ndan başka hiç kimse böyle güzel sevmedi; sevemez de. Sevemezdi de, sevemeyecek de.

O’nun sevgisi hep en başta ve hep en önde…

Sevenler, “Seni seviyorum” diyenler, hepsi bir bir çekip gidecekler bir gün. Sadece O’nun sevgisi kalacak seninle…

Onun için dinleme içi boş sözleri, gerçek sevgiden nasipsizleri dinleme. Dinleme o palavra şarkıları, o bomboş lâfları. Dinleme…

“Sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar” diyenlere. Sen, “Sevemez kimse beni, Rabbimin sevdiği kadar” de…

Gerçek sevginin yolunu bil ve bul. Bulamayanlara da göster.

Ben bir aynayım. “Aynayı değil, siz aynadaki görüntünün, o tecellînin, o bir anlık cilvenin kaynağını sevin asıl,” de ve doğru adresi göster onlara… Bir ayna tut yüzlerine. Bir ışık ol karanlık bakışlara, sevgide adresi şaşırmışlara.

Rabbimin o en güzel isimlerini gör ve göster bir bir. Biteni, söneni, gideni, geçeni değil, bitmeyeni gör, batmayanı gör… Gitmeyeni, geçmeyeni ebediyen ölmeyeni, sönmeyeni bil ve bildir.

Kim sevebilir seni O’ndan başka, kim bilebilir seni O’ndan başka. Gerçek sevginin yolunu kaybedenlere, ışık parmağınla doğru adresi göster: Ve konuş: Parmağım güneşi gösterirken, parmağıma değil, güneşe bakın. Bana takılmayın.

Yanılmayın, bir zerrede, bir tecellîde boğulup aldanmayın.

Bu makamda söz senin; konuş, sözün yettiği kadar. Konuş konuşabildiğin kadar.

Melekler bile bu şahitliğine hayran kalsınlar. Ve de ki; “Sevemez kimse beni ‘Senin’ sevdiğin kadar Allah’ım!”

Sevemezler, sevseler de yalan severler. Yok öyle kimseler. Sende seni sevenler, hakikati halde seni değil kendilerini seviyorlar. Aldanma, inanma, yanma. Bir tek senin sevgindir bu dünyada gerçek olan Canım Allah’ım.

Bir tek Senin sevgin…

O sevginin bir katresi, bir zerresi bile yeter bize…

Bunu da anlamayanlara “Sözler”i aç, nurlardan şu cümleyi oku:

“…Her bir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelinin,

elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat, O’nun bir cüz’î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz.”

(Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 24. söz) http://www.yeniasya.com.tr

Selim GÜNDÜZALP

“müsbet hareket”

Bediüzzaman’ın hayatı boyunca takibinde ısrarlı olduğu ve talebelerine de mutlak mânâda uymalarını tavsiye ettiği en önemli prensiplerden birisi de “müsbet hareket” düsturudur. Risâlelerin müteaddit yerlerinde de “müsbet hareket” düsturunun önemine ve gerekliliğine dikkatleri çeken Bediüzzaman, Nur hizmeti için, müsbet hareket etmenin vazgeçilmez bir prensip ve kural olduğunun altını çiziyor. Dinin yüksek hakikatlarını, güzel prensiplerini tebliğ ile vazifeli her ehl-i din, insanlara bütün menfîliklerden uzak, müsbet mânâda bir tavırla yaklaşmak durumundadır. Bu önemli düsturun, tesirini ve çekiciliğini keşfeden Bediüzzaman, bir hayat boyu maruz kaldığı onca hakaret ve haksızlıklara, dûçar kaldığı onca baskı ve zulümlere rağmen müsbet hareket tarzından sapmadan hizmetine devam etmiştir. Onun talebeleri de bu yolda onu takip etmişler, dini neşir ve tebliğ vazifelerinde “müsbet hareket” tarzını uygulamışlar. İşte Nur hareketinin milletimizin gönlünde yer etmesi ve her geçen gün inkişaf ve intişar etmesinin en önemli bir sebebi de müsbet hareket tarzının tatbik edilmiş olmasıdır. Bu önemli hizmet metodunun gizli sırlarını iyi bilen Nur hadimleri, İslâm’ın sıcak mesajlarını, Kur’ân’ın celb ve cezbedici hakikatlarını, bu güne kadar muhtaç gönüllere “müsbet hareket” ile taşıdılar. Bu önemli hizmet metodu sayesinde, ülkemizde dahilî emniyet ve güven sağlandı. Terör ve anarşi bu sayede barınma imkânı bulamadı. Yani Nur talebeleri, bir taraftan iman ve Kur’ân hizmeti yaparken, bir taraftan da milletimizin huzur ve sükûnuna, emniyet ve asayişine hizmet etmiş oldular. Bunun böyle olduğunu başta emniyet güçleri olmak üzere, dost-düşman her akl-ı selim biliyor. Tabii bu arada “müsbet hareket”in ne olduğunu; ne olmadığını doğru tesbit etmek gerekir. Bu doğru ve isabetli tarif ve tanıtım yapıldıktan sonra her ehl-i din, o çerçevenin dışına çıkmamak şartıyla, hareket tarzını ve biçimini kendisi belirler. Risâle-i Nur’da yapılan izah ve tariflere göre, “müsbet hareket”in birinci şartı, dahilî asayiş ve emniyeti bozacak her türlü söz ve hareketlerden kaçınmak. Emniyet ve güveni şu veya bu şekilde ihlâl edecek her çeşit sözlü ve yazılı konuşmalardan, tahrik ve tahkirlerden uzak durmak. Yine aynı şekilde milletin huzur ve sükûnunu bozacak her türlü menfî söz ve hareketlerden kaçınmak da müsbet hareket etmenin kurallarındandır. Şu söylediklerimizin pek çoğu hepimizin bildiği ve Allah’a şükür hayatımızda da yaşamaya dikkat ettiğimiz hususlardır. Yalnız bazı ehl-i dinin, bilerek veya bilmeyerek “müsbet hareket” metodunu, belki bazı malûm mihrakların telkiniyle yanlış istimal ettikleri zaman zaman vuku buluyor. Her halükârda sessiz, sedâsız kalmak müsbet hareket olmaz. Nemelâzımcılık, idare-i maslahatçılık müsbet hareket değildir. Ne pahasına olursa olsun, sistemle ve sistemin bekçileriyle iyi geçinmek de müsbet hareket değildir. Din ile, dindarlarla çekişmeyi meslek edinenlerle illâ da dost olmaya çalışmak da müsbet hareket değildir. Bir zarar gelir vehmiyle, birileri kırılır, incinir zannıyla hak ve hakîkatları söylememek veya gizlemenin de müsbet hareketle bir alâkası yoktur. Bu meyanda Hakkın hatırı için, doğru olanı her zeminde, herkese karşı söylemek de müsbet hareket sayılır. Kudsî değerlerimize saldırıda bulunanlara gerekli cevabı haykırmak da müsbet harekettir. Tahkir, tahrik ve hakaretlere girmeden, her zeminde şahsî haklarımızı müdafaa etmek; bilhassa kudsî dâvâmızla alâkalı her çeşit sözlü ve yazılı savunmalarda bulunmak da müsbet hareket metodunun kendisidir. Bu meyanda Bediüzzaman’ın birinci Reis-i Cumhura karşı, mahkemede Hurşit Paşa’ya karşı, Rus komutanına karşı pervasızca yaptığı müdafaalar hep “müsbet hareket” tarzının bizim için önemli örnekleridir. Hayatı boyunca, onun her platformda, her zeminde, en zâlim insanlara karşı, her tehlikeyi göze alarak, haykırdığı hak ve hakîkatlar yine “müsbet hareket” metodunun unutulmaz nümûneleridir.

Hüseyin GÜLTEKİN

Bir Ağaçta Gül de Biter Diken de

..

Hayat, herkes için farklı farklı anlamlar taşır.

Hayat denilen süre, ona yüklenilen anlamla değer bulur.

Hayat, duygu ve düşüncelerin gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir zaman dilimi. Güzel duygu ve düşüncelerle aydınlanan ya da çirkinliklerle kararan bir ömür.

Kısacası bir sınav hepimiz için.

Duygu, düşünce ve hareketlerimizle iyi, güzel, doğru biçimde şekillendirdiğimiz günler, aylar… Ya da kötülüklerle kendimize de, çevremize de karattığımız bir dünya.

Hayata anlamlı olarak bakan bir göz, onun önemli bir sınav olduğunu bir çırpıda anlar.

Hayat, iyilikle kötülüğün, güzellikle çirkinliğin doğrulukla yanlışlığın, sevapla günahın iç içe yaşandığı bir âlem.

Bu nedenledir ki hayat, karşımıza her zaman iki yol hâlinde çıkıyor: Hayır ve şer…

Hayat ağacında gül de biter, diken de…

Hayatın sırrı, bu iki kavramı algıladığımız zaman çözülüyor.

Toplum hâlinde yaşayan insan, bu iki kavramla her an karşı karşıya. Her olayda bir yol ayrımında kalıyor insan. Olumlu ya da olumsuz bir tavırla atıyor adımlarını.

İnsanın başarısı ve mutluluğu, hayatını olumlu adımlarla sürdürmesine ve hayatın dikenlerine rağmen tercihini hep gülden yana koymasına bağlı.

Çevremizde duygu, düşünce ve davranışlarıyla elbette dikenden yana insanlar olabilir.

Bu insanlar, yalnızca dikenden yana olmakla kalmayıp güle de düşman olabilirler. Bizim görevimiz, buna rağmen gülden yana olmak. O insanların da güle dost olabilmeleri sağlamak.

Kimi insanlar çeşitli nedenlerle dikeni gül olarak da görebilirler. Dikeni önemsemeyebilirler. Gül bahçesine dönüşebilecek hayatı, bilerek ya da bilmeyerek yaşanamaz hâle dönüştürmeye çalışabilirler.

Görev ve sorumluluk belli: Hayatı bir gülistana dönüştürebilmek. Hayatta bir bahçıvan olduğumuzu unutmamak. Gül yetiştirmek.

İnsanoğlu için “beşer, şaşar” der atalarımız.

Kimi zaman heva ve heveslerimize yenilir, nefsimize uyarak biz de yanlış davranışlarla, yanlış işler yapabilir, yanlış tercihlerde bulunabiliriz. Kimi zaman da bilmeden yaparız bu yanlışlıkları. İnsanız ya…Şaşarız, şaşırırız.

Çevremizdeki dostlar, gül insanlar bizleri uyarır. Pişmanlıkla, tövbeyle dikenlerden uzaklaşıp gül bahçesine yöneliriz yeniden.

Sevgili Peygamberimiz, gül yüzlü, gül kokulu Gül Peygamberimizdir. İnananlar olarak onun gül yüzünü özler, gül kokusunu içimize çekmek isteriz sonsuza dek. Gül medeniyetimizi kuran örnek insanları her zaman rahmetle anarız.
Gül ve dikeni, hayır ve şer kavramlarıyla ilişkilendirmek te mümkün.

Gül güzelliğiyle, kokusuyla hayrı çağrıştırır. Dikense verdiği acıyla şerri hatırlatır.

Ne var ki sınav için, gülün kıymetinin bilinmesi için dikene ihtiyaç var. Güle ulaşırken dikenlere takılmak da mümkündür.
Güle ulaşmak, güzelliği yakalamak elbette kolay değil. Bu da bir sınav…

Dikenlere aldırmadan güle yönelmek, onu koklamak…

Gül Peygamberimizin yoluna bin bir türlü dikenler atıldı. Atılan taşlarla gül medeniyeti yıkılmak istendi. Ama O, “sağ elime güneşi sol elime ayı verseniz de”, diyerek gül medeniyetinden vazgeçmeyeceğini haykırdı dünyaya.

Onun güzel, gül sözleri hayatımızı renklendirdi. Yolumuzu aydınlattı.

Gül, hep dikenle birlikte anıldı.

Hayat, zıtlıklarla iç içe yaşandı. Geceyle gündüz, akşamla sabah, güzellikle çirkinlik gibi gülle diken de hayatı anlamlı kıldı.
Dikene rağmen, gülden yana olmak bir ideal oldu.

Dikenler olmasaydı, gülün değeri bilinir miydi?

Dikensiz gül yok. Hayat, gülüyle dikeniyle birlikte devam ediyor.

Gönlümüz gülden yana.

Aşkımız gül.
Dikenle oyalanmak, dikene takılmak sevgimizi azaltır elbette.

Çevremizde gördüğümüz çirkinlikler, kabalıklar, yanlışlıklar birer diken. Bu dikenleri ortadan kaldırmak ve azaltmakla sorumluyuz.

Atalarımız: “Gülü seven dikenine katlanır.” diyor. Güle sevgimiz, dikene de katlanmamızı ister bizden. Ne var ki buradaki katlanmayı doğru biçimde algılamamız gerek. Katlanmayı, dikeni hoş görmek değil, dikene de tahammül ederek, onu da güle dönüştürmek biçiminde anlamak gerek.

Bir arkadaşımızın, bir komşumuzun diken olarak gördüğümüz yanlış işi, çirkin davranışı, bizi ondan uzaklaştırmamalı. Onun dostu, arkadaşı isek, onun dikenden zarar görmemesini sağlamaya çalışmak gerekmez mi?
Güzellikler arttıkça çirkinlikler azalır.

Işığın gelmesiyle karanlıklar aydınlanır.

Hayır gelince şer gider.

Çirkinliklere karşı, şerre rağmen, güzelliklere, aydınlığa ve hayra doğru yol almak.

Hayatı gül bahçesine çevirebilmenin en önemli şartı bu!

(Rıfkı Kaymaz)

Hayat Ağacının Hazan Mevsimi!

İhtiyarlık, dünya hayatından ahiret hayatına geçmenin, dünyalılardan sıyrılıp nurani varlılara yakınlaşmanın, hatalardan kurtulup tecrübelerle bezenmenin, masivadan soğuyup Rahmana yönelmenin işaretlerini taşıyan bir sonun ve bir başlangıcın en görkemli anıdır. Bir meyvenin ağaçta piştiği halde, ondan asıl istifade etmenin koparıldıktan sonra olduğu bir vakıadır. Aynı şekilde bir insan da gençlikte pişer, ama asıl tecrübe meyvesinden yaşlılıkta istifade eder. Görünüm itibariyle ihtiyarlık, hazan mevsimi gibi yaprak yaprak dökülüşün, çiçek çiçek soluşun işareti, hakikat itibariyle ise haşmetli bir varoluşun ve dirilişin göstergesidir.

İhtiyarlık ile yaşlılık terimlerinin birbirini tam olarak karşılayamadığı kanaatindeyiz. Çünkü yaşlılık sadece yaşlanma ve ölümü beklemeyi ihtar ederken, ihtiyarlık ise tecrübe, şuurlanma, ibadette ciddiyet, ahirete hazırlık manalarını içermektedir. Hadis-i Şerifte “ aile içerisinde ihtiyarların hali, ümmeti içerisinde Nebiler gibidir” buyurulmakla, ihtiyarların aile efradına doğruyu, hakkı, istikameti ve tüm güzel duyguları bildiren kudsi bir rehber konumunda olduğu hatırlatılmaktadır.

Bu bakımdan, başına beyaz kıllar düşen iki ayrı insanın iki ayrı his dünyası vardır:
1- Mü’min ve dünyayı misafirhaneden ibaret bilen insanlar için beyaz kıllar, ikaz edici ve ölüme ciddi hazırlanmanın gerekliliğini ihtar eden beyaz bir nur ve şaşırtmaz bir rehberdir. Ayrıca saçların beyazlaması, zindandan çıkma vaktini ısrarla bekleyenlere zindan kapısının aralanıp dışarıda bulunan nurların en evvel tepesinde belirmesi gibi, dünya zindanında bulunan ihtiyarların başlarında da ebedi saadet nurlarının parlamasıyla, bu zindandan çıkacağının müjdelerini taşıyan bir dost ışığı gibidir.

Allah’ın dostu lakabıyla meşhur ve en büyük peygamberlerden sayılan Hazret-i İbrahim ( a.s ) başındaki beyaz kılların Melekler katında hürmet, ciddiyet, değerlilik ve olgunluk nişanı olduğunu öğrendiği zaman “Allah’ım vakarımı arttır” niyazında bulunmuştur.

2- Dalalet ve Gaflet ehli için beyaz kıllar, kezzap gibi yakıcı ve acı bir görünüm arz etmektedir. Çünkü her beyaz kıl, bu gibi insanlara sevgilileri olan dünyadan gideceklerini ve azap yurduna doğru bir adım daha yaklaştıklarını alaylı bir şekilde fısıldamaktadır. Bu nedenle bazı kişiler için başında beyaz kıl görmek, en tehlikeli düşmanını en yakınında fark etmek gibi korkutucu bir haldir.

İhtiyarların bir cemiyet içerisinde, üç temel faydaları vardır:

1-Bereket direği olmaları:

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, İhtiyarlaşmış ve kendi kuvvetiyle maişetini tedarik edemeyen insanların yüzünden, hem kendilerine ve hem de çevrelerine ilahi bereketin bol bol indiğini şu çarpıcı tespitlerle ortaya koymaktadır: “Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Rabbimiz, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir.

Onların iaşelerini, tamahkar ve cimri insanlara yükletmez.
“Allah’tır gerçek rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan” ( Zariyat Suresi, 58 ) ve “ Rızkını taşıyamayan nice canlılar vardır. Sizi de onları da rızıklandıran Allah’tır” (Ankebut suresi,60 ) âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, çeşitli özellikteki tüm canlılar lisan-ı hal ile bağırıp, o gerçeği söylüyorlar.

Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu ispat eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki – üç sene evvel hergün yarım ekmek, – o köyün ekmeği küçük idi – belirli bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.

Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete sebep oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete layık olan hasta ihtiyarlar ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık sevgili olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket olduklarını sen kıyas eyle. ( Mektubat, s: 262)

2-Rahmet-i İlahiye’ye vasıta olmaları:
Cenab-ı Hakkın engin ve zengin rahmeti kainatın tamamını kuşatmıştır. Özellikle bu latif rahmet, rahmete daha layık ve müstahak olanlara, daha kolay ve çabuk ulaşır. Rahmete mazhar olanların başında ise yavrular, acizler, garipler ve masumlar gelmektedir. İşte yavrular hükmüne geçmiş, kendi ihtiyacını göremeyecek kadar çok aciz duruma gelmiş, bütün sevdiklerinin ahirete göçmesiyle yalnızlaşıp fevkalade garipleşmiş ve masumiyet kesb etmiş ihtiyarlar, elbette ilahi rahmete herkesten ve her şeyden daha ziyade layıktırlar. Rahmete ermek isteyenlerin bu ihtiyarlara daha çok merhamet etmesi icap eder.

Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şu tespitlerini kaydeder: “Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.” ( Mektubat, s: 262)

1-Musibetlerin def’ edilmesinde şefaatçi olmaları:
Hadis-i Şerifte: ‘Aranızda beli bükülmüş ihtiyarlarınız, otlayan hayvanlarınız ve emzirilen çocuklarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.’ ( Keşfü-l Hafa, 2/163) buyurulmakla, bir eve, millete, devlete veya mevkie inecek olan musibeti def’edecek sebeplerin başında, ihtiyarların varlığı gelmektedir.

Bu nedenle ihtiyarları sevmeli, saymalı, onlara kötü söz söylememeli, azarlamamalı, hatta “öf” bile denilmemelidir. Çünkü, onlar Allah’ın bir hediyesi ve emanetidir. Allah’ın emanetine hürmet edenler, rahmete mazhar olacaklardır. O emanete gereken ihtimamı ve merhameti gösteremeyenler ise, hem bu dünyada hem de ahirette rahmetten mahrum kalacaklardır.

Kur’an-ı Kerimin muhtelif Ayet-i Kerimelerinde ve bazı Hadis-i Şeriflerde anne ve babalara hürmetin Allah’a ve Resulüne ( a.s.m ) hürmet anlamında olduğu ve onları kırmamak lazım geldiği ifade edilmektedir.

Bunlardan birkaçı şöyle:
“Yüce Rabb ‘in şöyle emretti; Yalnız Allah’a ibadet edeceksiniz, ana – babalarınıza iyilik yapacaksınız. Şayet bunlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlarsa sakın onlara ‘öf ‘ dahi deme, yüzlerine bağırma, onlara tatlı söz söyle. Onlara, merhamet belirtisi olarak tevazu kanadını aç da, ‘Ya Rab, küçüklüğümde bana şefkat gösterdikleri gibi, sen de onlara merhamet et de ‘(İsra suresi, 23-24)

‘Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle de anasını tavsiye ederiz ki, o, kat kat zaafa düşerek ona hamile kalmış, emzirmesi de tam iki sene sürmüştür. Binaenaleyh; bana ve ana – babana şükret. ‘ ( Lokman suresi, 14 ).

Peygamber Efendimiz de (a.s.m) ‘kime iyilik yapayım?’ diye üç defa soran bir sahabeye, üç defasında da, ‘annene’ cevabını verir. Sonra sorduğunda ise, babasına iyilik yapması gerektiğini söylemiştir. (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1).

Sahabelerden Ebu’d-Derdâ (r.a) bildiriyor: “Hz. Peygamber (a.s.m) bana dokuz önemli şey tavsiye etti. Bunlardan biri de; ana – baba da dahil olmak üzere aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktır.’ (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 9)

Yine Peygamberimiz (a.s.m), cihada katılmak isteyen bir sahabeyi, ihtiyaçlarından dolayı, ana – babasının yanına göndermiştir. (Buhârî, Edebu’l – Müfred, 9).

Bir gün Peygamberimiz (a.s.m) ashabına; ‘Size, büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?’ diye üç defa sordu. Üç defasında da sahabeler ‘evet bildir, ey Allah’ın Resulü’ dediler. Peygamber efendimiz ( a.s.m) ; ‘bunlar sırasıyla Allah’a ortak koşmak, ana – babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemek’ olduğunu belirtmiştir. (Buhârî, Edeb, 6).

‘Ana – babamı ağlar hâlde terk ederek, hicret etmek üzere senin emrini almaya geldim’ diyen bir sahabeye Peygamberimiz (a.s.m): ‘Onlara dön, nasıl ağlattınsa onları öylece güldür, sevindir’ der ve henüz Müslüman dahî olmayan ana – babasının yanına gönderir.

Peygamberimiz (a.s.m) çok öfkeli bir şekilde üç defa, ‘Yazıklar olsun o kimseye ‘ dediğinde Ashab-ı Kiram; ‘Kimdir o? Ey Allah’ın Resulü! ‘ diye sorunca; ‘Ana – babası veya bunlardan birisi yanında ihtiyarladığı hâlde, Cennet’e giremeyip Cehennem’i boylayan kimse’ der. (Müslim, Birr, 9).

Amr ibn ül-Âs’ın oğlu Hz. Abdullah (r.a) anlatıyor: Bir adam peygamberimiz (a.s.m)’a gelerek cihada gitmek için izin istedi. Peygamberimiz de ona; ‘Annen baban sağ mıdır?’ diye sordu. Adam: ‘Evet’, deyince Resulüllah (a.s.m): ‘O hâlde sen önce onların rızasını almaya çalış, ‘ buyurarak ona bu görevini hatırlattı. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 377).

Hz. Peygamber (a.s.m) çocukların ebeveynlerine karşı sorumluluklarının ne kadar büyük olduğunu şöyle dile getirmektedir: ‘Çocuk, hiç bir iyilikle babanın hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olmuş bir vaziyette bulur da satın alarak hürriyetine kavuşturursa hakkını öder.’ (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 6)
Hz. Büreyt (r.a)’dan rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifte; adamın biri Kâ’be’yi tavaf ederken annesini omzunda taşıyarak tavaf ettirmiş. Resulüllah (a.s.m)’ın yanına gelerek: ‘ Annemin hakkını ödedim mi?’ diye sormuş. Resulüllah ( a.s.m) ‘ Hayır, bu yaptığın sana hamile iken alıp verdiği bir nefesin hakkı bile değil.’ diyerek cevap vermişlerdir.

Yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak kendisine ibadetten hemen sonra ebeveyne iyiliği emretmiş, Peygamberimiz de (a.s.m): ‘Allah’ın rızası, babanın rızasında, gazabı da gazabındadır’ (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 1; Tirmizî, Birr, 3) buyurmuştur. İyilik yapmada babadan önce gelen annenin durumu da, tabii ki böyledir.

Bu şefkat dolu tasvirin, insanları anne babalarına teşekküre yönelttiği oldukça açıktır. Bu gibi ifadelerden de anlaşıldığı gibi, eşyanın ve varlıkların hakiki makamını ve mertebesini Kur’an ortaya koyduğu gibi, anne ve babalara nasıl davranılması gerektiğini de en iyi İslam dini tasvir etmektedir.

Burhan Sabaz (Dr.)


…Ve zaman geldi canan için canı hiçe saydılar; aşkın kutsal alevlerine pervasız daldılar ve tertemiz ruhlarını rahmet meleklerinin avuçlarında Sevgili’ye sundular…

Cevheri közdür aşkın‏

Bir sevdaya tutulup bir deryaya atılmışsak; bu derya ateş ummanıdır bilesin ey nefis!
Gafletin koynunda har vurup harman savurmak da neymiş? Çile kazanlarında yanmaya geldik.

Gâh mecnun gibi çöller olur vatanımız, sürgünlerden sürgünlere… Gâh Yunus gibi hicret olur kârımız ilden ile… Gâh kuytu bir mağaradır mekânımız, inziva inziva ağırlar bizi… Belki bir kara zindandır uğruna Sevgili’nin, yıllarca katlandığımız. Kim bilir, belki boylu boyunca bir şehadettir aşk maratonunda mükâfatımız.

Düşün ey nefis! Sen yoktun; adın sanın yoktu; varlık dahi yoktu. Sonra ALLAH (cc) varlığı yarattı ve aşkı nakşetti varlığa. Varlık ceset oldu; aşk ise o cesedin ruhu…

Ve sonra Âdem(as)’i yarattı; ruh ile ceset destanını okusun diye… O da isim isim okudu aşkı; tüm melekler aşka gelip secdeye dursun diye.

Hani ya işte, yazgımız aşktır bizim Âdem(as)’den bu yana. Hz. Vedud(cc)’un kendi kudret eliyle yarattığı Âdem(as)’in çocuklarıyız biz. O’nun için mayamız aşktır bizim; mazimiz aşktır, istikbalimiz aşk; feryadımız aşktır, suskunluğumuz aşk; seyr-u seferimiz aşktır, pervane pervane dönüşümüz aşk; bizi yataklara düşüren yaramız aşktır, her derdin dermanı merhemimiz aşk. Ve işte tüm sözümüz aşktır, baştan sona yazımız aşk.
Aşk demek sevgili demektir. Aşk meydanında zafer kazanmak demek sevgiliyi kendine razı etmek demektir.

Ama bu meydan er meydanıdır ey nefis! Uyuklayarak ayakta kalamazsın bu meydanın handikaplarında. Çünkü en amansız düşmanlar seni tarumar etmek için diş bilemektedirler bu meydanın köşe-bucaklarında.
Sen bu meydana atılalı, aşkını ispat ile mükellef kılındın ey nefis! Sevgili’ye olan sadakatini göstermek boynunun borcudur bilesin!
Biz biliriz ki bu imtihan dünyasında aşk, bela demektir aslında. Azgın dalgaları arasında boğuştuğumuz deniz, bela denizidir aşk yolculuğunda.
Âşık, kendini İbrahimi ateşlerin, Yusufi zindanların, Eyyubi belaların ortasında bulur. Sonra bütün yolları cennetle kesişen Hüseyni bir sülûk tutar aşığı, sevgili uğruna.

Sevgilin aşk sarayına konuk olmak öyle kolay değildir ey nefis! Evlad u iyalden geçmelisin bu uğurda… Mal-u mülkten geçmelisin, hanumandan geçmeli ve daha kendi varlığından geçmeli, öyle varmalısın Sevgili’nin dergâhına.

Sevgili’nin dışında bir şeye bağlanırsan eğer; kalbin masivaya meylederse ey nefis! O zaman ruhunu da bedenini de yakar Nemrudi ateşler. Ama aşk yeminine sadık kalırsan, İbrahimi cennetlerde rahmet rüzgârları okşar, ruhunu da bedenini de Sevgili’nin yanı başında.
Ezeli aşka tutulmanın bedelini oku, âşıkların bin bir türlü belaya düçar olmuş alın kırışıklıklarında…

Yangına düşmüş kelebekler gibi çırpınışlarını seyredersin cezbe dolu çilehanelerde. Zaten aşk ateştir ve âşık da o ateşe koşan kelebek.
Cevheri közdür aşkın; içine düşeni yaktıkça yakar; ama bu yakma ona zarar vermez. Aksine madeni yakan ateş gibi yaktıkça arındırır, saflaştırır. Onun için safidir âşık; yani arıdır, durudur. Çünkü kor alevde yanmış ve bütün kirlerinden arınıp saflaşmıştır.

İşte aşkın piri Mevlana’dan aşkın esrarını çözen marifet desturu: "Bütün ömrüm şu üç söz; hamdım, piştim, yandım."
Ve yangınında aşkın bir ömür boyu yananlar bela, dert ve çileyi bir ab-ı hayat gibi yudumladılar. Zaman geldi, günlerce aç kalmayı en mükellef leziz sofralar gibi zevkle karşıladılar. Zaman geldi, şa’şaalı sarayları yalın ayak terk edip çöllere düştüler sevgili uğruna. Zaman geldi aşk kervanının mestane yolcuları dünyada kendilerine verilen ev-bar, mal, çocuk, vatan ne varsa her şeyi sevgili uğruna terk edip kendilerini aşk nehrinin akıntısına bıraktılar.
Ve zaman geldi canan için canı hiçe saydılar; aşkın kutsal alevlerine pervasız daldılar ve tertemiz ruhlarını rahmet meleklerinin avuçlarında Sevgili’ye sundular.

Aşkın dünya serüveni budur ey nefis! Her zaman gerçek âşıklar, imtihan dünyasını aşkın doruğuna ulaşmak için ve zamanın büyük bir bölümünde de uzlethaneleri, zindanları, sürgünleri, hicretleri yalınayak, bağrı açık ve yanık; ama şen ve şadan bir eda ile karşılamışlardır.
Çünkü âşık, sevgilinin yangınını da bengisu asudeliğiyle karşılar ve bilir ki cevheri közdür aşkın…

NURULLAH GÜLSEVER

…Her sabah kalkıldığında yeniden diriliş hatırlanmıyor, her gecenin hayatı örttüğü düşünülmüyor…Kelebekler kalplere tefekkürle konmuyor… Güllerin gösterdiği güzelliği görmüyor gözler, bülbülün güller adına tesbihatını duymuyor kulaklar…

Solgun sokaklar

ÖLÜMSÜZ SOKAKLAR sefahat solukluyor. Yüzünü yaza dönen günlerde bedenler hayasızlığı haykırıyor… Elbiseler renkli ve parlak fakat suratlar solgun ve mutsuz…Yaralardan ağlayan yüreklerin yansıması yüzler, huzursuz gülüyor…

Haz hoyratçılığı güzelliği,zarafeti, inceliği eritiyor. Halbuki haya, hayatın elbisesi, örtüsü…Sadece beze bezenmek değil, duyguları kılıflamak, haddi tayin etmektir tesettür…

Ölüm de hayatın siyahi örtüsü…Unutulmayan ölümle dizginlenir duygular… Nefeslerin sonunu gören nefis, perde olmaktan çekinir ve çekilir kalbin önünden.

Sefahat şehirleri işgal ediyor, şehirler ölümsüzlüğe teslim… “Hikmetin başı Allah korkusu” bilen bir medeniyetin çocukları hayasız saldırılara maruz…İman hedef alınmış, ebediyet tehlikede…Değişen devirlerde, değerler devriliyor…

Her sabah kalkıldığında yeniden diriliş hatırlanmıyor, her gecenin hayatı örttüğü düşünülmüyor…Kelebekler kalplere tefekkürle konmuyor… Güllerin gösterdiği güzelliği görmüyor gözler, bülbülün güller adına tesbihatını duymuyor kulaklar…

Zihin kıvrımları tıkalı, tefekkür akmıyor…Tezekkür kanı dolaşmıyor bedende…Vicdanlar hapsedilmiş veya uyutulmuş…Sanki acizlik bitmiş, fakr yok olmuş, dertler devalara dönmüş, hastalıklar hapsolunmuş… Sanki ölüm öldürülmüş, kabir kapısı kapanmış…

 

 

Ölümün hatırlattığı hayatı düşünen hayatını heder eder mi? Zaman rüzgarlarının önünde onu çıplak bırakır mı?

Elbisesini tefekkür ipliği ile diker, tezekkür düğmeleriyle düğmeler…Üşümez sefahat rüzgarlarında… Ölümle kefenlenecek hayatı,

ölmeden önce edeple örter…

Güllerin göz kırptığı, bülbüllerin şakıdığı mevsimde kör ve sağır olmak ne kadar da kalın bir gaflet örtüsü…

 Bülbülün kanatlarından kainata açılmak, yıldızların kokusunu duymak varken yerin sefahatinde hapsolmak,

hayatın anlam örtüsünü açmamak demek.

Her birimiz benliğimize ikna etmeli… Gitmek için geldiğimiz bu beldeye bağlılığımızı azaltmamızı gerektiğini,

ukbaya hazırlığımıza hız vermemizi… İmanın ölüm zindeliği, tefekkür diriliği ile devam edeceğini…

Bunları yaptığımızda imanın yarısı hayanın tamamlanacağını…

Her günde, her anda bu hatırlatmaya ihtiyaç var. İhtiyaçlarımız erteleyemeyiz, biz ötelerin yolcusuyuz.

Yol uzun, ömür kısa…Bizi ateşten koruyacak iman elbisesini sağlam dikmeliyiz.

Kavurucu sefahat ateşinden kurtulmamız İbrahimi (a.s.) tefekkür ve tevekkülle mümkün…

Sefih Nemrut ateşi İbrahim (a.s.)mesleğinden gidenleri yakmaz. Ateşe odun atanlardan olmak istemiyorsak,

 su taşıyan karıncalar gibi himmet adımlarla ilerlemeliyiz.

Şehirler haya sütunları ile yeniden sağlam zemine oturtulmalı, bunu için de biz oturmamalıyız.

Elbisemizin yırtıklarını ölüm tefekkürü ile dikip yeniden hücuma geçmeliyiz.

Solan sokaklar güllerle gülecek, bülbüllerle bezenecek haya ile kaplanacaksa,sefahat

seline dur diyebilecek ordulara ihtiyaç var.

Biz ölümlülerin ölümsüz vazifesi bu… İbrahimi askerlerin silahını kuşanıp kıtalara kaplama vazifesi…

Nurun narı söndürme mesleği…Sonluluğu sonsuzluğa dönüştürme meşrebi…

Ölüm şerbetini içmeden kana kana içmemiz gereken ab-ı hayat iksiri…

Susuzluktan solan suratlar ve sokakların bu iksire ihtiyacını bilerek yaşamak…Hayatın hayrı hayada olduğunu haykırmak…

Hüseyin EREN 

www.karakalem.net

 

“Allah’ım, beni bana bırakma,Adını dilimden uzak tutma,”…

ALLAH’IM BENİ BANA BIRAKMA!
 
Gün, nasıl başlarsa öyle gidermiş. Ruhumuzda uyuyan nice güzellikler gizli. Hepsi de uyandırılmayı bekliyor. Bunun için güneşin doğması, saatlerin çalması yetmiyor. Bu güzellikleri uyandırmaya, bazen hiçbir şey yetmiyor. Şükür ki, yarınlara dair emellerimiz yine de bitmiyor, tükenmiyor. Onlar da olmasa ne yapardık, nasıl yaşardık? Allah’tan ki, bu ümit bazen bir söz, bazen de bir dua olup, içimize akıyor, ruhumuzu uyandırıyor. O anlardan birini bugün yaşadım. “Allah’ım, beni bana bırakma

Adını dilimden uzak tutma,”

Diye diye, güne Allah ile, bu dualı sözle başladım.

İçimin güneşi doğmuştu artık. Açıldıkça açıldı, ruhu kat kat saran perdeler. Ve ardından Hira’nın sorusu geldi:

“Ömür nedir?” diye soruyordu.

“Ömür, bu gündür,” dedim.

Hira, bu defa, “gün nedir?” dedi.

“Gün mü” dedim, “o, upuzun bir ömürdür.”

“Bir cümleyle açar mısın?” dedi.

“Bir cümleyle,” dedim, “bir gün, Allah için yaşanmışsa eğer, işte o gün, Allah için yaşanmamış bir ömürden bile daha uzundur, daha değerlidir.”

Hz. Ali’nin sözünü hatırlamanın tam sırası:

“Bir insanın öldükten sonra cennete girmesine hayret etmem. Benim asıl hayret ettiğim şey; o insanın dünyadayken de cennet gibi bir hayat yaşamasıdır.”

Büyük insanın işaret ettiği şey, son derece yüksek bir iman nimetine erişmek olsa gerek. Çünkü, hidayet ruhun cennetidir. Rabbim, hepimize bu güzel iman yolunu ve nimetini nasip eylesin…

Bediüzzaman’ın Mesnevi’sinde geçen bir cümle yıllardır aklımdan çıkmaz:

“Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor.”

Yahya Kemal de aynı dertten mustarip; “ülfet belâlı şey,” diyor şairimiz. Hem de ne belâ… Dünyada da, ahirette de baş belâsı, püsküllü belâ…

ALIŞTIĞIMIZ bir şey olunca yaşamak, hayat denen o büyük mucize, basitleşiyor âdeta. Bir sabun köpüğü gibi sönüyor, elimizden kayıp gidiyor. Nasıl bir şefkatle ve merhametle beslenip büyütüldüğümüz unutulunca böyle oluyor. En büyük nimet bile küçülüyor. Allah akla gelmeyince, her şey O’nun bize bir nimeti, bir ikramıdır diye bakılmayınca, sıradanlaşıyor ne varsa. Bir değil, milyar değil, 100 trilyon hücreden ibaret olan insan vücudundaki, o ilâhi sistemi bir düşünelim. Sadece tek bir insanın vücudunda yürütülen bu faaliyetler bile, akılları durduracak kadar harika değil midir? Yüz trilyon hücremizin diliyle Rabbimize hamd ederiz…

Evet, hayatı bu kadar hikmetli ve harika bir şekilde yaratan Allah (c.c.), bu hayatın her ânı için her şeyden evvel ismiyle, sıfatıyla anılmaya lâyıktır. Rahmetli Cahit Zarifoğlu bir şiirinde bunu ne güzel ifade eder:

“Önce besmele, / en güzel kelime. / Allah’ım, / yol boyunca / bırakma elimi / düşerim sonra. / Allah’ım, / niçin halkettinse beni / kalbime söyle iyice / engellerden arınsın yolum. / Allah’ım, / nasıl pırıl pırılsa / güzelse sevdiğin kulların / öyle güzel kıl beni. / Allah’ım, / O güzeller güzeli / hangi iyilik diledi senden / dilerim ben de öylelerini. / Allah’ım, / Peygamber Efendimiz (s.a.v.) / hangi şerlerden sığındıysa sana / upuzak tut benden de onları. / Allah’ım, / yol boyunca / tarih boyunca / başıboş bırakma bizi.”

EĞER bu ince mânâları ve besmelenin esrarını Bediüzzaman’ın eserinden ve özellikle ‘Birinci Söz’den öğrenmese, okumasa ve görmese idik, gerçekten de işte o zaman cahil kalacaktık; gerinin de gerisinde işte o zaman olacaktık. Şükür ki, Rabbimizi bildik, tanıdık ve sevdik. Böyle bir Allah’ın adını anmayı şeref bildik, nimet bildik. Sonsuza kadar Rabbimin her nimeti için elhamdülillah…

Hz. Peygamberin (s.a.v.) her daim, “Hayretimi artır, Yârabbi!” duasına bütün hücre ve zerrelerimle “âmin” diyorum.

Allah’ım, hayretimizle beraber imanımızı da artır. Âmin.

İMANIN önemine işaret eden tarihî bir öykü ile yazımıza devam edelim:

Fatih Sultan Mehmet, bir gün Kur’an okurken şu âyetin mânâsına takılmış:

“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara iman(da sebat) edin!” (Nisa,136)

Fatih:

“Âyet, zaten iman edenlere sesleniyor. Ardından tekrar imanı emretmesi acaba neden?”diye düşünmüş.

Alimlerle sohbeti esnasında konuyu kendileriyle paylaşmış. “Ne düşünüyorsunuz?” diye sırmuş.

Âlimlerin arasından Akşemseddin, “Sultanım,” demiş. “Dışardan gelen seslere kulak verin, cevabınızı alın.”

Dışarıdan o sırada mehteranın kös sesleri geliyormuş. Fatih, “Efendim, biraz açar mısınız?” demiş. Bunun üzerine Akşemseddin şöyle izah etmiş:

“Sultanım, mehteranın davullarından ‘düm, düm’ sesleri geliyor. ‘Düm’ kelimesi sizin de bildiğiniz gibi Arapça’da ‘devam et’ anlamına geliyor. Âyetin de mânâsı bu olsa gerektir. Bu âyet, ‘Ey iman edenler! Allah’a, Peygambere, Kitaba olan imanınızda her daim devam edin!’ mesajı vermektedir.”

İnsanın elbisesi eskidiği gibi, imanı da eskiyebilir. Elbise gibi, imanı da yenilemek gerekir. Öte yandan, âyetin yorumunda şöyle bir incelik de düşünülebilir:

“Ey iman edenler! İmanınızı kontrol ediniz. ‘Allah’a inandım’ diyor, ama O’na itaat etmiyorsanız, ‘Peygambere inandım’ diyor, ama onun yolundan gitmiyorsanız, ‘Kitaba inandım’ diyor, ama Kitaba göre yaşamıyorsanız, gelin imanınızı kontrol edin. Belki tam inanmadınız, inandığınızı sandınız. Zira Allah’a iman, O’na itaati gerektirir. Peygambere iman, O’nu rehber kabul etmeyi icap ettirir. Kitaba iman, Kitaba göre bir hayatı netice vermelidir.”

Kışın geleceğine inanan insanlar, yazın sıcak günlerinde, odun ve kömür telâşına başlarlar. Çünkü sıcak günlerden sonra, soğuk günlerin geleceğine tereddütsüz inanmaktadırlar. Benzeri bir şekilde, âhiretin geleceğine inanan biri, elbette ve elbette oraya hazırlık yapar. Orada işine yarayacak şeylerle ömrünü değerlendirir. Demek ki, gerçek anlamda iman etmek ayrı bir olay, kendini “iman etti zannetmek” daha ayrı bir olaydır.

ALLAH’IM! Sana karşı günah işleyenlere bile ne kadar bağışlayıcı ve lâtifsin. Seni arayana ne kadar yakınsın; sana el açıp yalvarana ne kadar müşfiksin. Ümidi sende olanlara ne kadar iyisin, merhametlisin. Kim, senden yardım istemiş de reddedilmiştir. Kim, sana sığınmış da ihanete uğramıştır. Kim, sana yaklaşmış da sen ondan uzak durmuşsundur. Kim, sana kaçmış, sığınmış da sen onu kapından kovmuşsundur!..

Rabbim her şey senindir. Yaratan sensin ve hüküm senindir. İsimlerinde gizlenenler ile ve nurunu örten perdeler ile bu huzursuz ruhu, bu ıstıraplı yüreği bağışla.

Allahım, bütün alçaklıklardan korunmak için sana sığınırız; senden başka bütün korkulardan; senden başka bütün yoksulluklardan…

Allahım, yüzümüzü senden başka kimseye çevirmeyiz, secde ettirmeyiz. Öyleyse ellerimizin de senden başka bir şeye uzanmasını engelle ne olur!

Senden başka ilâh yoktur. Doğrusu ben de nefsine zulmeden zalimlerdendim. Ama şükürler olsun Allahıma, âlemlerin Rabbine.

“Allah’ım, beni bana bırakma

Adını dilimden uzak tutma,”

Selim GÜNDÜZALP

…Değişen, sadece dilimiz, tabelalarımız, isimlerimiz değil; değişen rûhumuz da bu akıntıda sürüklenmektedir….

 

 Değişmişiz…

Etrafımıza gören gözlerle baktığımız zaman, içerisinde bulunduğumuz toplumun ne denli bir çöküş içerisinde olduğunu acı acı seyretmeye başlarız.

Değişen, sadece dilimiz, tabelalarımız, isimlerimiz değil; değişen rûhumuz da bu akıntıda sürüklenmektedir.

Yediğimiz ekmeğin tadı başka, giydiğimiz kıyafetin adı bir başka olmuştur.

Çocuklarımıza kendi vatanımızın dilini öğretemeden, yabancı kelimeleri ağızlarından duyar olmuşuz.

Yok ettiğimiz, insana yakışan gelenek ve göreneklerimizin yerini şakşakçılık almış. Genç kızlarımızın yürüyüşleri değişmiş, delikanlılar evlerini terk etmiş. Çocuklarımız minicik yaşlarda, hayatın ayrıntılarında zihinlerini sıkıştırır olmuş.

Samimiyetsizlik, moda hâline gelmiş. Bayramlaşmak lüks, yardımlaşmak gereksiz görülür olmuş. Bencillik tüm rûhumuzu sararken, biz aynalarda güzelliğimizi sorgulamışız.
Her yılın ilk günü, büyük gün sayılmış. Hangi felâketlerden kurtulduğumuzu fark edemeden ve gelecekte neler yaşayacağımızı bilmeden kutlamalar yapar olmuşuz, her yeni yılın gelişinde…
Kültürel çöküntüyü sofralarımızda aş olarak yemişiz, gözlerimizle ekranlardan izlemişiz, dilimizle sükûnet yapmışız. Dostlarımızla paylaşmışız, dedikodularımıza katmışız ve gururlanmışız.

Gazeteler yazmamış yok olan benliğimizin haberini… Sessizce işlemiş kanımıza…
Ahlâkın yerine edepsizlik göz dikmiş, ama hoş görmüşüz muzır bakışlarını… “Dünya değişiyor.” diyerek etiketlendirmişiz tükenen her şeyi, kendimizi kandırdığımızı anlamadan, eve gelmeyen evlatlarımızın yolunu telaşla gözlemişiz.
Özgürlüğün târifini sorgular olmuş zihinlerimiz. Yoldan çıkanlar, öğretmiş bize hayatın yollarının ne ifade ettiğini… İnanmışız… Kanmışız…

Sanmışız ki, bütün bunlara “özgürlük” deniyor, değişen dünya “iyi”ye gidiyor.

Gelişen tek şey, ahlâksız davranışlarımız olmuş, yalancılığımızı uzman yapmışız, samimiyetsizliğimizi ikiye katlamışız.

Müslümanlığımız, bir dinimizin var olduğu, başımız sıkışınca hatırımıza gelir olmuş. Namazlarımızı, bir tutam korkumuz kalmışsa kılmışız. Evlatlarımız, bu eriyen dünyada o korkuyu da tatmamış ve yürekleri artık tümüyle ulaşılmaz olmuş. Tanışamadıkları ve anlatamadığımız güzelliklere, yaratılış sebepleri de eklenmiş. Niçin bu hayatta bulunduklarını ve hangi kudret tarafından nefes alabildiklerini bilemeden, kendilerinden dahî uzaklaşmışlar, elimizden kaymışlar.

Ve biz, bütün bunların adına “değişmek” demişiz, “gelişmek”…

Evet, biz gelişmişiz…
Yok olan dünyada, rûhumuzun gül bahçesini, bataklıkla değişmişiz… 

Fatma Aladağ

Ey nefis!

Basta Hz. Muhammed s.a.v., bütün dostlarin kabrin öbür tarafdadirlar. Burada kalan bir iki tane ise; onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup basini cevirme, erkekce kabre bak; dinle, ne istiyor. Erkekcesine ölümün yüzüne gül; bak ne ister. Sakin gaflette dalip ikinci adama benzeme.

“Ey nefsim! Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü: Ölüm değişmiyor. Firak bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insânî değişmiyor, ziyâdeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.”

Hem deme: „Ben de herkes gibiyim“. Cünkü herkes sana kabir kapisina kadar arkadaslik eder. Herkesle felakette beraber olamak demek olan avunma ise, kabrin öbür tarafinda pek esassizdir.

Hem kendini basibos zannetme. Cünkü su dünya misafihanesinde her seyin bir amaci ile baksan, hic birseyi düzensiz hedefsiz göremezsin. Nasil sen düzensiz amacsiz kalabilirsin? Deprem gibi olaylar olan su var olus tesadüf oyuncagi degiller." Risale-i Nurdan